22 Aralık 2017 Cuma

Vatan sevgisi ve vatana bağlılık

 
 
 
Vatan sevgisi ve vatana bağlılık
 
 
Rıdvan Çongur
 
 
Bir insanın milliyetçi düşüncelere sahip olmasında çocukluğundan itibaren yaşadıkları, gördükleri, büyüdüğü şehir ve aile çevresi en büyük etkendir. Sonra buna millî tarihinde yaşadığı olaylar eklenir.

Bu satırları kaleme alan yazarın doğduğu şehir, Bilecik. Çongur ailesi, Osmanlı Devleti’nin kök saldığı bu güzel ve tarihî şehrin sakinlerinden. Babası, dayısı, amcaları, hepsi de savaş görmüş, kimi şehit, kimi tutsak düşmüş, savaştan gazi dönmüş, insanlar... Aile büyükleri, savaş yıllarının hâtıralarını, düşman işgalinin nasıl bir zillet olduğunu, o günlerin acı hikâyelirini anlatırlardı.

Çocukluk günlerimizde, bir parkda gezer gibi, bu şehrin sokaklarında dolaştık, bir tepeden şehrin yanıp yakılmış kalıntılarını seyrettik hep üzülerek, kahrolarak... Çocuk aklımız almazdı; bir şehre bu kadar büyük zarar nasıl verilebilir? Ev, han hamam, hastane, cami, okul, bina olarak ne varsa hepsi cayır cayır yakılmış, bir harebe hâline getirilmişti. Düşünür, cevap bulamazdık. Türk ordusu bozguna uğratıp çekilmeye mecbur bırakınca, kaçarken arkalarında ne varsa her şeyi, bütün şehri ateşe vermiş düşman!..

“Yunan Gâvuru!”

O kara günleri yaşayan insanlar, ağzından şu kelimeleri hiç düşürmezlerdi: “Yunan Gâvuru, Yunan harbi”! Milli mücadele, istiklâl veya Kurtuluş Savaşı denilmezdi.

O günlerden söz ediliyorsa “Yunan geldiğinde, Yunan kaçtığı zaman...” diye anlatılır, cümleler öyle kurulurdu. Bugün iki millet arasında soğukluk kolay kolay giderilemiyor ise bunun suçu Türklerde değil, Batılı devletlerin kışkırtmasına kanıp, Anadoluya saldıran Yunanlılardadır. Bunu ilerleyen yıllarda, bir de Kıbrıs Türklerine yapılan katliamı ekleyebilirsiniz...

Cumhuriyetin ilk on yılında doğan çocuklar, annelerinden, ailenin diğer büyüklerinden çok duydu, çok dinledi. Genç kızlıklarında hazırladıkları çeyizleri, işlemeleri, örgü ve oya işlerini, göz nûru dökerek yaptıkları her şeyi, bütün şehirle birlikte yanıp kül etmişti “Yunan gâvuru” o kaçışı sırasında!

Bunların unutulması mümkün mü?

Hele düşman askerlerinin genç kız ve kadınlara tecavüze kalkışmalarını da, çocuk veya yaşlı kimselere hiç acımadan yaptıkları eziyeti, zulmü, bütün o hainlikleri de düşünürseniz, Yunan’ı elbette unutamazlar, elbette affedemez, onlarla bir daha dost olmayı düşünemez, komşu bile olsalar, onlara güvenemezler. Biz o insanların çocukları değil miyiz? Bize bu anlatılanları elbette ki kolay kolay biz de unutamayız. Ama siyasete ve millî eğitime yön verenler, komşularla dost olmak uğruna, analarımız ve ninelerimiz gibi değil de bize etmediğini bırakmayanlara sadece “düşman” demeyi öğrettiler. Tarihler İstiklâl Savaşı diye yazıldı, Yunan lâfı da, düşman kelâmı da edilmedi! Edilmedi de peki sonuç ne oldu, ortada...

Geçmiş Unutulmuyor!

Osmanlı Devleti’nin geniş coğrafyasında kırkı aşkın milletin, halk topluluğunun var olduğunu, Türklerle bu değişik ırkların barış içinde yaşadığını tarihler kaydediyor. Sadece bugün elimizde kalan bölümünü, Anadolu’yu esas alsak, Erzurum, Kars, Batum, Van, Antep, Urfa, Antalya, İzmir, Aydın, Eskişehir, Bilecik, İstanbul... Bu şehirlerde yüz yıl içinde neler yaşanmış, nelere şahit olunmuştur? Yüzyıllarca bu ülkede, rahat ve huzur içinde yaşayan o insanların, İngiliz, Rus, Amerikan ve daha başka milletlere sırtlarını dayayıp Türklere yaptıklarını anlatmak için sabır küpü olmak gerekir! Türklere “soykırım” çamuru atmak ne ölçüde doğrudur bilinmez (!) ama insanların Anadolu’nun doğusunda ve batısında, Arap yarımadasında ve Kıbrıs’ta yaptıkları, “soykırım”dan da ötedir.

Bunların dile getirilmesi gerekmez mi? Türk milleti olarak kaç yüz yıl, bugün bizden ayrılıp kendi devletlerini kuran veya azınlık durumuna düşen o insanlarla beraber y aşamış, aynı mahallede, sokakta komşuluk etmiş, sabah akşam birlikte olmuş, ama ne ezilmiş, ne de ezmişiz! Dillerine, dinlerine karışmadığımız gibi hayat haklarını da garanti etmişiz.

Aklın yolu: Ortak hareket etmek

İnsan çoğu zaman düşünüyor: Türk’ün kurduğu o cihan devleti ömrünü doldurup tarih sahnesinden çekildikten sonra kinler son bulmalı, kavga bitmeli, Batıda, Balkanlarda, Doğuda, Kuzeyde ve Güneydeki sınır komşularımızla el ele vermeli değil miydik?

Geçen yıllar doğru ve iyi değerlendirilmeliydi. “Balkan” paktı “Sâdabat” paktı dostça ve aklın emrettiği yolda atılan adımlardı. Daha ileri adımlar atılmalıydı.

Herkes, sınırları belli kendi bayrağının altında, hür yaşayabilir, fakat âleme karşı birlik ve tek yumruk hâlinde, omuz omuza vererek, Ege deniziyle bütün Trakya, hattâ Balkanlar cennete çevrilebilirdi. Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Saray-Bosna, Arnavutluk, Güney ülkeleri, hep birlikte Türkiye ile bir ortaklık kurabilirler, siyasî, iktisadî, kültürel işbirliğine gidebilirlerdi. Buna Kafkaslarla Orta Asya Türk Cumhuriyetleri de katılınca bir geniş coğrafya ortaya çıkardı ki, önünde duracak güç zor bulunurdu... En zengin tarihe, ılıman iklime ve denizlere sahip bu coğrafya turizm açısından paylaşılabilir, bütün dünya insanlarına birlikte hizmet verilebilir, yer altı zenginlikleri, maden ve petrol gelirlerinden hep birlikte yararlanmak mümkün olabilirdi. Aklın yolu, ortak hareket etmeyi emrediyordu. Bugün de emrediyor.



Bir coğrafyayı yüzyıllarca paylaşanlar, ayrı ırklardan ve dinlerden de olsalar, yaşadıkları ev, doyup barındıkları toprak onların ruhlarında bir sıcaklık bırakır, diye düşünüyoruz. O ülkenin bayrağı altında, ordusu sayesinde güven içinde olmuşlar. en azından o milletin âlicenaplığını görmüş, o topraklara ısınmış, bağlanmışlardır. Yaşadıkları coğrafya, onların da vatanıdır. Her milletten insan bugün dünyanın herhangi bir yerinde, başka bir milletin, ülkenin uyruğu olarak yaşamakta, o ülkenin kanunlarına uymaktadır. Bunu gözardı edebilir miyiz?

Bin yıldır, kesintisiz olarak Anadolu, Balkanlar ve Ortadoğu’da Türk’ün bayrağı dalgalanmıştır. Huzurun bozulması, Devlet-İ aliyye‘nin parçalanması kimin, kimlerin eseridir?

Bu soruya cevap bulduğunuz zaman, başta petrol, stratejik konum, “çıkar hesapları” ve “siyasî ihtiraslar” olmak üzere günümüzdeki bu durum, çok iyi anlaşılacaktır.



Ekrem Hakkı Ayverdi’nin, yıllar önce Vakıflar Dergisi’nde ev’le insan ve vatan arasındaki ilişkiyi anlatan bir yazısı yayınlanmıştı. Dedikleri şuydu, özet olarak Ayverdi rahmetlinin:

Ev, güvendiğimiz bir yer, çoluk çocuk akşam evimize dönünce, orada huzur bulur, orada karnımızı doyurur, yatma saati geldiğinde, kapımızın arkasına sürgüsünü çeker, güven içinde orada uykuya varırız. Bir köşemiz vardır, camın önünde çiceklerimiz, bahçede koyunumuz, kuzumuz, köpeğimiz, tavuklarımız... İşte bu eve duymuş olduğumuz içten, sıcak sevgi büyür büyür vatan sevgisi hâlini alır.

Evden vatan sevgisine...

Evle birlikte doğduğumuz şehir, yıllar boyu iş tutup doyduğumuz bu memleket, kaç göbek ötesinden atalarımızın son uykularını uyuduğu topraklar, yurdun dört bir köşesi, hem vatan hemde millet sevgimizin doğmasına vesile olur. Milliyetçilik millete duyulan sevginin bir düşünce ve hareket haline dönüşmesi değil ne nedir? Milliyetçi olmak, başka ideal ve ideolojilerle hiç bir zaman karıştırılmayacak bir ülkünün adıdır. Önce ev ve aile, sonra vatan yaptığımız coğrafya ile o coğrafyayı paylaştığımız insan topluluğu olan millet, birlikte yaşanmış ortak bir tarih, bir zaman süreci içinde meydana gelir, gelişir ve büyür.

Milleti oluşturan fertlerin ortak yanları yanı sıra, ilgi duyup bağlandıkları, bir sebeple paylaştıkları şeyler, yarattıkları ve yaşattıkları bir kültür, başlarında dalgalandığı için gurur duydukları bayrakları vardır. Vatan yaptığımız coğrafyada, kurduğumuz ve içinde yaşadığımız ev gibi bir huzur duyar, her ikisini de aynı duygularla severiz... Millet ve vatan sevgisi de öyle gelişmiyor mu?

“Çanlar bizim için çalıyor!”

20.yüzyılın yarısını da aşan bölümünde vebalini önce idare edenlerimizin, sözde aydınlarımızın, siyasetçilerimizin, siyasî parti liderlerinin, taşıdıkları vebal ve sorumluluktan habersiz bilim adamlarının, sonra da bazı “büyük” iş adamlarıyla yazar ve çizerlerin yüklendikleri pek çok yanlışımız, hata ve eksiklerimiz oldu.

Belki aslında, hadi diyelim iyi niyetle, fakat işin gerçeğinde tam tersi olmak üzere, bilerek ve bilmeden atılan yanlış adımlarla bugünlere geldik. Üniversitelerimiz üzerlerine düşen görevleri ya hiç-hadi diyelim yeterince - yapmadılar yada çözüm bekleyen pek çok meseleyi, olması gereken şekilde ele almadılar. Basın büyük bir çoğunluğuyla sorumluluğundan habersiz davrandı ve davranmakta... Öyle bir zamanda yaşadık ve yaşıyoruz ki, ne geçmişten ne de tarihte başımıza gelenlerden ibret aldık, ne de tarihe kara kara sayfalar eklediğimizin farkına vardık... Şimdi kriz üstüne kriz yaşıyoruz. Şu son on yıl, yirmi yıl, geçmişteki yanlışlarımızın dehşetini gözler önüne sermiyor mu? Derlenip toparlanarak ayağa kalkabilmemiz için önümüzde çok kısa bir süre ya var, ya yok... Bizim bize dönmemiz için belki son defa çanlar, yine bizim için çalıyor!

Neden Birlik Değiliz?

Herkesin gördüğü bir şey: Yeni bin yıla girerken SSCB dağıldı. Şimdi Kafkaslardan Orta Asya’ya kadar hür dalgalanan bayrakları altında, her biri bağımsız Türk Cumhuriyetleri var. Dünyada en eski, en çok konuşulan beş büyük dilden biri bizim dilimiz, Türkçemiz.

Büyük bir coğrafya üzerinde, sayıca 250 milyona varan Türk yaşamakta. Bu ayrı ayrı cumhuriyetlerde yaşayanların birbiriyle bağları nedir, gereğince sağlanmış mıdır, ortak anlaştıkları bir dille konuşuyorlar mı? Dilden mûsikıye, halk oyunlarından tiyatroya, ortak bir kültürü birlikte yaşıyor, paylaşıyorlar mı?

Cevap verilmesi zor sorular olmalı bunlar.

Çünkü rahatça anlaşabilecekleri bir dille konuşmuyorlar, yazmıyorlar. Aslı Türk olduğu hâlde birinin yazdığı romanı, hikâyeyi, şiiri öteki anlamakta güçlük çekiyor. Özbek, Kazak, Kırgız, Türkmen... bir araya geldiklerinde, tartışıp konuşurken eğer meramlarını anlatamıyorlarsa, anlaşamıyorlarsa, hemen Rusça veya daha başka yabancı bir dille konuşmaya başlıyorlarsa, üzülmemiz gereken bir durum bu! Anlaşmada birliği sağlayacak, gelişmiş İstanbul-Türkiye Türkçesi olsa, daha doğru, daha iyi olmaz mı?

200-250 milyon arasında bir topluluğun tamamı, ortak bir dili kullansa, bunun nimetinin büyüklüğünü düşünebiliyor musunuz? Sözlü ve yazılı basın- yayın hayatında o insanlara neler sağlar, düşünebiliyor musunuz? Bilim adamı, kalem erbâbına getirisi nedir?

1940’lı yıllara dönelim, bir an için. Devir İsmet İnönü devri. Cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı büyük insan, Türklüğün âşık ve mümtaz siması Atatürk öleli üç beş yıl olmuş. Ondan sonra yerine “en uygun kişi” görülerek getirilen, görevi devralan İnönü, bir gün geliyor, Türklük, Türkçülük dâvası güdenleri, işe bakın, “Irkçılık - Turancılık “ yapıyorlar diye suçluyor...Evet unutmadık, yakın tarihimizde bir “1944 Irkçılık-Turancılık” ayıbımız vardır.

İnönü’nün yerini alan Bayar’ın Cumhurbaşkanlığı yıllarında da başka ayıplarımız oldu: 1953’te “on lira para cezası” kesilerek Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılması ayıbı... Görüldüğü üzere, 2000’li yılların Türk dünyasından habersiz bir zaman tünelinden geçmişiz! Hem de o büyük insanın daha 1930’lu yıllardaki uyarı ve direktiflerini yok sayarak.

Türklüğün bugünkü meselelerini masanın üzerine yatırmadan önce, neyin, nasıl yapılması gerektiğini öncelikleri ile ortaya koymak söz konusu. Bu gidişin yarattığı gelecek endişesini yüreklerimizde duymadan bir yere varmamız imkânsız. Varlığımızı tehdit eden, gün gün Türk kimliğinden uzaklaşmamıza sebep olan meseleler çok ciddi şekilde ele alınmayı, ele alacak birinci sınıf uzman kişileri, başta siyasete yön verenler olmak üzere bilim fikir ve devlet adamlarını, gönül erlerini bekliyor. Bu meselelerimizi burada bir bir sıralamak ve “çözümleri şudur!” demek bir kişinin veya bir avuç insanın işi değil.

Bunlardan birine örnek olmak üzere- Türk dünyası ile ilgili olarak Atatürk’ten bir örnek verelim.

Atatürk, “Türk Dünyası”na dikkat çekiyor

Atatürk “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine uygun, komşuları ve bütün dünya milletleriyle barış içinde yaşamayı ilke olarak benimser, dünyaya ilân ederken Türk soyundan insanları bir kenara itmiş değildir. Cumhuriyetin onuncu yılında yapmış olduğu bir konuşmasında bu konuda düşündüklerini şöyle ifade ediyordu:

“Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi, parçalanabilir, ufalabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir... Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır.

Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Mânevî köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür... İnanç bir köprüdür... Tarih bir köprüdür...

Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların (dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli...”

1937’den bir kaç yıl önce, yine o büyük insan, daha ölmeden önce demişti ki:

“Türk milleti Asya’nın garbında ve Avrupa’nın şarkında olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayırt edilmiş, dünyaca tanınmış, büyük bir yurtta yaşar. Onun adına “Türk Eli” derler. Türk yurdu çok büyüktür. Yakın ve uzak zamanlar düşünülürse Türk’e yurtluk etmemiş bir kıta yoktur. Bütün dünyada, Asya, Avrupa ve Afrika, Türk atalarına yurt olmuştur. Bu hakikatlar eski ve hususiyle yeni tarih vesikaları ile mâlumdur. Türk milleti, varlığı için, bugünkü yurdundan memnundur. Çünkü Türk derin ve şanlı geçmişin, büyük ve kudretli atalarının miraslarını bu yurtta da muhafaza edebileceğinden, o mirasları şimdiye kadar olduğundan çok daha fazla zenginleştireceğinden emindir.”

Bugün değilse yarın!

Peki, bir ümit ışığı görülüyor mu sorusuna cevabımız nedir, söyleyelim:

Türk milleti hem çalışkan, hem de akıllı ve zekidir. Bir zaman diliminde içine düşmüş olduğu durumdan kurtulmayı bilecek kadar zeki, üstesinden gelecek kadar akıllı, yaratıcı, yapıcı güçlü bir millettir.

Biz böylesi durumla tarihin çeşitli dönemlerinde yaşadık, başımız belâya girdi, topraklarımız işgale uğradı, vurdum duymaz yöneticiler, siyasetçiler, sözde aydınlar elinde perişan günler gördük, yaşadık... Ama ne yıldık, ne elimiz kolumuz bağlı seyirci kaldık, ne de yıkıldık! Tahammül sınırlarını aşmada rekor kırabiliriz ama, bıçak kemiğe dayanmaya görsün; Kürşat’lar, Mustafa Kemal’ler... Bu Mehmetçik’lerin, Nene Hatun’ların, Sütçü İmam’larla Şerife Bacı’ların, Yörük Ali Efelerin arasından yine bir o kadar kahraman çıkarırız. Yarın değilse, öbür gün; gerektiği her zaman ve her yerde!.. 
 
Yarınlara umutla bakıyoruz; yarınlar bizim, büyük Türk milletinindir!

Hiç yorum yok: