Orta Doğu Yeni Oluşumlara Gebe
Orta Doğu Yeni Oluşumlara Gebe
Ata Atun
Tüm bu hesapları bozacak tek durum, Ankara ile Şam’ın yakınlaşması.
1914 yılında yaşanan I. Dünya Savaşında emperyalist (yayılmacı) Avrupalıların
bitmeyen hırsları ve açgözlülükleri nedeni ile asırlardır huzur ve
barış içinde yaşayan Orta Doğu’da uzun zamandan bu yana kan akmakta. Akan kana ilaveten de huzursuzluk, düşmanlık, katliamlar ve göçmenlik hat safhada, insanlığın doğduğuna inanılan bu coğrafyada.
Batı
dünyasında ve Doğu’da Orta Doğu derken akla gelen ülkeler Lübnan,
Suriye, Irak, Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri,
Katar ve Kuveyt. Sudan, duruma göre bazen Orta Doğu’nun bir parçası,
bazen de değil. Bu devletlerin tümü de I. Dünya Savaşından
sonra emperyalist Avrupalıların kurdukları ve sınırları dönemin
İngiltere’nin Orta Doğu’dan sorumlu personeli MI5 ajanı Gertrude Bell adlı kadın ajan tarafından cetvelle çizilmiş Arap kabilelerinden oluşan yapay devletler. Bu sınırları harita üzerinde çizerken Gertrude
Bell’in hedefi, Filistin kıyılarından Orta Doğu’ya ayak basan İngiliz
Kuvvetlerinin Basra Körfezine kadar karadan İngiltere’nin kontrolü
altındaki (yapay) devletlerin topraklarından kolayca geçebilmeleriydi. Nitekim de istedikleri aynen gerçekleşti.
İsrail, Türkiye ve İran, Orta Doğu kapsamının dışında bırakılmış Arap olmadıkları için. Nedense Batılı, Doğulu ve Afrikalılara, “Türkiye, İran veya İsrail Orta Doğu’da mıdır?” diye sorarsanız, yanıtı ezici çoğunlukla “hayır” olmakta zira akıllarda Orta Doğu hep, Akdeniz’in doğusunda Arapların yaşadığı bölge olarak yer etmiş.
Biraz tarihe göz atacak olursak;1914 yılından 1956 yılındaki Arap-İsrail ve baryaları (Kıbrıs Türkçesinde yakın dost demektir) Süveyş
Krizi savaşına kadar Orta Doğu’daki hakimiyetlerini keyifle sürdüren
İngiltere ve Fransa, bu savaştan sonra, İsrail ile birlikte Mısır
ordusunu hezimete uğratmış ve savaşı kazanmış olmalarına rağmen ABD’nin
baskısı ile boyunları bükük olarak bölgeden ayrıldılar. Orta Doğu’nun
hakimiyeti de bu tarihten sonra ABD’nin eline geçti.
Günümüzde Orta Doğu’nun kaderini belirleyen emperyalist güç İsrail. Tüm Yahudilerin kalplerinde ve akıllarında “Hittin Sendromu” adeta genetik bir olgu gibi Yahudilere sirayet etmiş. (1187 yılında, Salahaddin Eyyubi’ nin haçlı ordusunu çembere alıp kelime anlamıyla “yok ettiği”, Kudüs kralını esir aldığı, Haçlıların tümünü de denize döktüğü savaşın gerçekleştiği yerdir “Hittin.” Bu savaşın adı da “Hittin Savaşı”dır.)
Bu sendromla Yahudiler, birgün Arapların gene bir komutanın
liderliğinde birleşeceği ve İsrail ordusunu yenerek tüm Yahudileri
denize dökeceği korkusunu içlerinde taşımaktalar.
1948 ve 1967’de yaşanan Arap-İsrail savaşlarında İsrail galip gelmiş olmasına rağmen 1973 yılında yaşanan Yom Kippur savaşında
İsrail ordusu hezimete uğramış ve Tel Aviv’e doğru çekilmeye
başlamışken, İsrail son çare olarak nükleer silah kullanmak kararını
alınca, ABD savaşa müdahale etmiş, bir hava köprüsü kurmuş ve
İsrail’e her tür askeri yardımı yaparak, Suriye, Mısır, Ürdün ve Irak’ın
birlikte oluşturdukları “Arap Ordusu”nu yenmesini sağlamıştı.
Belli ki Yom Kippur Savaşı ABD ve İsrail yöneticilerine büyük bir ders
verdiğinden şimdilerde Orta Doğu’ya hakim olma hedefleri biraz farklılık
içeriyor. Bu ülkeler, Arap Orduları ile hiç bir zaman
bitmeyecek savaşlar yapmak yerine Arap ordularını yönetmeyi ve ellerine
ABD’ye ve İsrail’e karşı kullanamayacakları silahlar vermeyi
planlamışlar. Bu dahiyane plan uzun vadeli ve 7 aşamalı.
Yapılan uzun vadeli stratejik planın birinci aşaması gerçekleşti ve kadife bir darbe ile Suudi Prens Muhammed Bin Salman Suudi Arabistan’ın başına getirildi.
İkinci aşama, Arap NATO’su olarak anılan Orta Doğu Stratejik İttifakı’nı ODSİ’yi (Middle East Stratejic Alliance-Orta Doğu Stratejik İttifakı ) kurmak ve parasal gücünü kullanarak bu örgütün yönetimin başına Genel Sekreter olarak Muhammed Bin Salman’ı getirmek.
Üçüncü aşama ise ODSİ Genel Sekreteri olarak Muhammed Bin
Salman’ı Filistin-İsrail sorununu çözmekle görevlendirmek ve parasal
gücünü kullanıp, Filistinlilerinin bazılarını paraya boğarak, bazılarını
satın alarak Filistin-İsrail Barış Planını kalıcı olarak
sonuçlandırmasını sağlamak. Barış Anlaşmasından sonra da Muhammed Bin Salman’ı Arap dünyasının lideri yapmak.
Dördüncü aşamada ODSİ’ye üye ülkelerden oluşan ve adı “İslam Ordusu” olacak bir orduyu kurdurmak ve bu ordunun Başkumandanlığına da Muhammed Bin Salman’ın getirilmesini sağlamak.
Beşinci aşamada İslam Ordusu’nun tüm silahlarını, -Başkomutan
vasıtası ile- çoğunlukla ABD ve İsrail’den, istihbarat yazılımları ve
malzemelerinin tümünün İsrail’den alınmasını sağlamak. İslam
Ordunun kullanacağı vurucu gücü yüksek olan savaş uçağı, tank, balistik
füzeler ve benzeri silahların yazılımlarında İsrail ve ABD dost ülke
olarak yer almasını ve İslam Ordusunun hiçbir zaman ve koşulda İsrail ve ABD’ye karşı kullanılamamasını sağlamak.
Altıncı aşamada Türkiye’nin güçlenmesi ve Orta Doğu’da söz
sahibi olması yaptırımlarla önlenirken, İran’ın da ambargo ile pasifize
edilerek ses çıkarmamasını sağlamak.
Yedinci ve son aşama ise İsrail’in güvenliğini daha da pekiştirebilmek için sınırlarını büyütmesini gerçekleştirmek.
Bu planın gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel Türkiye ve Suriye. ABD ve İsrail için Ankara-Şam yakınlaşması, bölgede yeni bir denge ve cephe oluşmasına yol açacak, devamı olarak da Türkiye-İran-Rusya ve Suriye’den oluşacak dörtlü
cephenin, belki de Sudan ve Katar’ın katılımıyla da “Altılı Cephe”nin
ortaya çıkmasına yol açacak ve İsrail’in büyük Kürdistan projesi ile
sınırlarını genişletmek planının suya düşmesine neden olacaktır.
Tüm bu hesapları bozacak tek durum, Ankara ile Şam’ın yakınlaşması.
Ankara ile Şam yeniden yakınlaşırsa Orta Doğu’daki dengeler alt üst
olacak ve uzun vadede kazananların başında da Türkiye ve Suriye gelecek
gibi görünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder