1 Ağustos 2018 Çarşamba

Fırat ve Dicle’ye küresel kıskaç


 

Fırat ve Dicle’ye küresel kıskaç

 

Aziz Bozatlı 


 
Su hayatımızın vazgeçilmezidir. O kadar ki varlığı, yokluğu, kıtlığı, depolanması, kullanımı, paylaşımı, nakli, kirlenmesi, ticareti, ulaşım, enerji ve gıda üretimindeki rolü, sanal su ticareti ve daha birçok yönü ile hayatımızın hemen her alanını kapsar. Enerji, gıda ve madenlere talep arttıkça suyun kullanımındaki rekabet de artmaktadır. Su yüzyılımızın en stratejik doğal kaynağı olarak görülmektedir. Kaynak bu derece stratejik olunca, her ülke için ve özellikle de suyun kıt olduğu coğrafyadaki ülkeler için millî bir hidrostrateji geliştirmek de o kadar önemli olmaktadır

Su sıkıntısı çeken 29 ülkenin 13’ü Ortadoğu’dadır. Dünyada 2,7 milyar kişinin yılda en az bir ay çok ciddi su kıtlığı yaşadığı ortaya çıktı. Gelişmiş ülkeler su kaynaklarını düzenleyerek suyla uyumlu, gelişmekte olan ülkeler suyla mücadele ederek, geri kalmış ülkeler ise suyun tutsağı olarak yaşamlarını idame ettirmeye çalışırlar (4-D.Yıldız)

Günümüzden yüzyıl kadar önceleri bile bu coğrafyada su önemli idi ki, Kuveyt, Katar ve Bahreyn’de su aranırken petrol bulunmuştur. Petrol geçici, su kalıcıdır.

Bu yazıda su konusunu sadece Fırat ve Dicle nehirlerimiz bağlamında ele alacağım. Onu da teknik ayrıntılara ve istatistiki verilere boğmadan, sadece kıyıdaş ülkelerle ilişkilerimiz ve bölge dışındaki güç odaklarının yaklaşımlarına yer verilen dar bir çerçeveye yerleştirmeye çalışacağım. Zira, gerek küresel odakların Fırat ve Dicle üzerinden egemenlik haklarımızı tartışmaya açmaları ve gerekse son yıllarda kıyıdaş ülkeler olan Irak ve Suriye’deki su yapılarının dış güçler ve terör örgütlerinin kontrolüne geçmesi konuyu daha da karmaşık hale getirmiştir.
Sınır-aşan sularda paylaşım

Dünyada sınır-aşan 263 nehir var. Fırat, Dicle, Asi, Çoruh, Aras nehirlerimiz sınır-aşan sudur.

Fırat’ın uzunluğu; 955 km’si Türkiye’de, 559 km’si Suriye’de, 815 km’si Irak’ta olmak üzere 2330 km’dir. Ortalama debisi 1000 m3/sn, yıllık verim 35 milyar m3’tür. Bunun 31,6’sı Türkiye’ye, 4,0’ı Suriye’ye aittir.

Dicle’nin uzunluğu; 523 km’si Türkiye’de olmak üzere Fırat’a kavuşana kadar 1840 km’dir. Cizre’de 30 km. sınır oluşturur ve sınırı terk eder. Ortalama debisi 1087 m3/sn’dir. Yıllık verim, 52,7 milyar m3 olup, bunun 21,3 milyar m3’ü Türkiye’ye, 31,4 milyar m3’ü ise Irak’a aittir.

İki nehir birleştikten 180 mm. sonra Basra körfezine ulaşır. Aslında iki nehir Şattülarap Nehri’nin kollarıdırlar ve teknik olarak da Irak’taki Tartar Kanalı ile birleştirilmiş tek bir havzadır.

Sınıraşan suların paylaşımına ilişkin başlıca görüşler şöyle özetlenebilir:

a-Mutlak hükümranlık görüşü (Harmon kuralı): Diğer kıyıdaş ülkelere vereceği zarara bakılmaksızın, su kullanım özgürlüğüne sahip olmak.

b-Mutlak bütünlük görüşü: Yukarıdakinin tam tersi olarak, sınır-aşan suyun doğallığını değiştirecek her türlü faaliyeti yasaklamayı savunan bir görüş,

c-Sınırlı bölgesel hükümranlık görüşü: Bu görüşe göre bölge ülkeleri sulardan faydalanırken birbirlerine zarar vermemelidirler.

d-Karşılıklı haklar görüşü: Egemen devletler arasında karşılıklı haklar söz konusu değildir. Federe devletler arasında uygulanabilir bir kuraldır

e-Uluslararası suların ortak yönetilmesi görüşü: Hakça bir yöntemle havzanın ortak kullanılması düşüncesinin bir ürünüdür. Havza bazında ortak projeler geliştirilmesini öngörür.

Türkiye, tam uymasa bile, buna yakın bir yaklaşımla, muhataplarına 3 aşamalı bir plan önermiştir.

Aşama; Su kaynaklarının bilimsel çalışmalarla saptanması,
Aşama: Üç ülkenin havzaya ait toprak envanterinin çıkarılması,
Aşama: Her ülkenin gerçek su ihtiyacının saptanması.

Dünyadaki 263 sınır-aşan nehrin 157’sinde hiçbir anlaşma yoktur. Bazılarında ikili anlaşmalar yapılmıştır. Üç ya da daha fazla ülkenin yer aldığı 106 havzadan sadece 5 tanesinde çok taraflı anlaşma imzalanabilmiştir.

Ülkeler su haklarını ulusal bağımsızlıkları ile ilişkilendirip kendilerini bağlayıcı anlaşmalara yanaşmamaktadırlar.

Tüm havzalara uygulanacak genel bir şablon yoktur. “Dünya su forumu” bu konuda altı temel prensip ortaya koymuştur: 1-Siyasi istek ve güven 2-Sorunun tanımlanması, amaç ve hedefler konusunda görüş birliği 3-Sorunun tanımlanması için veri 4-Yöntemde açıklık 5-Siyasi taahhüt 6-Yasal çerçeve
Fırat ve Dicle kıyıdaşları arasındaki görüşmelerin kısa tarihçesi

Fırat’a %10 katkısı bulunan Suriye, Fırat’ın suyunun % 35’ini, Hiç katkısı olmayan Irak, Fırat’ın %66’sını talep etmektedir. Türkiye ise doğal olarak, %51’ini kullanmak istemektedir. Üçünün toplam talebi, %152,8 olup, paylaşım probleminin kaynağı da burasıdır.

Keban Barajı’nın temeli 12 Haziran 1966’da atıldı. Keban Barajı ve Suriye’nin en büyük barajı olan Tabka, aynı yıl dolmaya başladı. Keban dolarken Suriye’ye 350 m3/sn su verildi. Daha sonra 450 m3/sn’ye çıkarıldı. Tabka’nın dolum aşamasında Suriye Irak’a su bırakmadı. Irak savaşa karar verdi. Suudi Arabistan ve Sovyetler’in girişimi ile savaş ancak önlenebildi.

1980’de Türkiye Irak arasında Karma ekonomik Komisyonu(KEK) ve ona bağlı olarak Ortak Teknik Komite(OTK) kurulmuş, 1982’de Türkiye ve Irak bir araya gelmiş, 1983’te Suriye de katılmaya başlamıştır. 1990’da Körfez savaşı nedeniyle ara verilen OTK toplantıları, 12 Haziran 2005’te Suriye’nin teklifi ile 2008 de tekrar işlerlik kazanmış ve Atatürk barajında bir “Su enstitüsü” kurulması kararlaştırılmıştır.

Ortadoğu’da genellikle su eksikliğinden söz edilir ama, esas eksik olan güven eksikliğidir. Soğuk savaş döneminin güven eksikliği, akılcı olmayan Ortadoğu düşünce biçimi ve küresel etkilerle OTK’lar hedefine ulaşamamıştır. Buna bağlı olarak 1980-90 arasında bir dizi kriz yaşanmıştır. Bu konuda Prof. Ali İhsan Bağış şöyle der: ” ..Ortadoğu ülkeleri arasındaki ilişkiler hala güç politikası esasına dayanmaktadır. Karşılıklı bağımlılık Ortadoğu’da bağımsızlık ve egemenliğin yok olacağı şeklinde telakki edilmektedir” (1-A.İ.Bağış)

17 Temmuz 1987’de Başbakan Özal’ın emri ile Suriye’ye verilecek su 500 m3/sn’ye çıkarılmıştır. Ayrıca oluşacak eksikliğin sonraki aylarda tamamlanacağı da taahhüt edilmiştir. DSİ’nin bunun teknik olarak ileriki yıllarda sorun oluşturabileceğini rapor etmesine rağmen, siyasi bir karar verilmiştir. Bunu da 1990’da kendi aralarında %42 Suriye, %58 Irak olmak üzere paylaşmışlardır. Suriye’ye verilen 500 m3/sn su, 1997’de KEK kararı olarak kayda geçirilmiştir. Bu kararın siyasal istikrar ve sınır güvenliği için alındığı, ancak bundan beklenen faydanın da sağlanamadığı belirtilmektedir. Suriye, Irak ve uluslararası güçler, bu miktarı da yeterli görmeyip artırmak istemektedirler.

Üç ülkenin Fırat ve Dicle’ye ilişkin görüşleri özetle şöyledir:

Suriye ve Irak, bu suları, ”uluslararası su” olarak tanımlamakta dolayısıyla eşit egemenliği ve paylaşılabilirliği öne çıkarmak istemektedirler. Ortak kaynak olarak görmektedirler. Matematiksel paylaşım ve bunun bir anlaşmaya bağlanmasını istemektedirler. GAP’ın düzenleyici fonksiyonunu ve Türkiye’nin sunduğu üç aşamalı planı kabul etmemektedirler. Her ülkenin kendi verilerinin (beyanlarının) kabul edilmesini istemektedirler. Suriye ve Irak verimsiz topraklarda sulamanın kendileri için de bir kayıp olduğunu bildikleri halde, bir görüşme taktiği olarak daima sulama suyu ihtiyaçlarını abartmaktadırlar. Türkiye “Tahsis” kavramını kullanırken Irak ve Suriye “Taksim/paylaşım” ilkesini savunmaktadır. Bu arada Suriye’nin istediği 1/3,1/3,1/3 oranındaki matematiksel paylaşım uluslararası hukuk komisyonunca reddedilmiştir. Zira sınır-aşan sular bölüşülebilir kaynak olarak kabul edilmemektedir (8-T.C.Dış.İş.Bak.Sy-27)

Türkiye ve Suriye, iki nehrin bir havza olduğunu, Dicle’nin akım fazlasının bir kanalla Fırat’a aktarılabileceğini iddia ederken, Irak iki nehrin ayrı havzalar olduğunu iddia etmekte ve Dicle’den Fırat’a su çekilmesine şiddetle karşı çıkmaktadır. Suriye ayrıca Hatay’ın kendi toprağı olduğunu düşündüğünden, %98’ini kullandığı Asi Nehri’nin gündeme getirilmesine karşı çıkmaktadır.

Türkiye ise Fırat ve Dicle’yi “sınır-aşan su” olarak nitelemekte, matematiksel paylaşımı reddetmekte, GAP’ın düzenleyici fonksiyonunu savunmakta, sunduğu üç aşamalı plana göre, toprak ve su kaynakları verilerinin üç ülkenin uzmanlarınca tespitini istemektedir. Türkiye ayrıca, havza dışındaki ülkelerin de su sorunlarının çözümüne katkı sağlamak üzere, Ceyhan’dan boru hattı ile Arabistan yarımadasına kadar uzanacak “Barış suyu projesi” ile Manavgat Çayı’ndan balonlarla Ürdün, İsrail ve Filistin’e su taşınmasını öngören “Manavgat Suyu Projesi”ni sunmuştur. Türkiye’ye bağımlılıklarının artacağı düşüncesiyle her iki proje de kabul görmemiştir.

Ortadoğu, su ve çatışmalar

Ortadoğu’da su sorunlarının genel nedenleri şunlardır:

1-Suyun bölgede dengesiz dağılımı,

2-Ortalamanın üzerinde nüfus artışı (% 2,8)

3-Yükselen hayat standardına karşı artan su ihtiyacı,

4-Suyu tarımsal alandan endüstriyel alana ve iç kullanıma çevirebilecek irade zayıflığı,

5-Gıda güvenliğini su güvenliğine bağlayan yanlış anlayış,

6-Suyu korumak ve israfı önlemek için teknoloji ve alt yapı eksikliği (İsrail ve Ürdün hariç),

7-Suyun politik kazanımlar için istismar edilmesi,

8-Sorunlu sular üzerinde işbirliğine dayalı anlaşmalar yapılamaması,

9-İstikrarsız rejimler, zayıf politik irade ve güvensizlik,

10-Yaptırım gücünden yoksun uluslararası kurallar ve anlaşmalar.(5-E.Acar)

1918 ve 1994 arasındaki 76 yılda 412 uluslararası kriz incelenmiş sadece yedisinin doğrudan suya erişimle ilgili olduğu görülmüştür.(3-D.Yıldız)

İsrail ile Araplar arasında 1948’den beri meydana gelen tüm sıcak çatışmaların mutlaka bir de su boyutu vardır ama, Haziran 1967’deki “altı gün savaşı” ilk büyük “Su Savaşı” olarak kabul edilir. Ürdün Nehrinin Golan tepelerindeki Hasbani, Dan ve Baninas kollarının kontrolü, yeraltı su kaynakları (akiferlerin) sınırlarına ve Ürdün nehrine ulaşma amaçlıdır. Nitekim, bu savaştaki İsrail savunma bakanı Moshe Dayan, su kaynaklarını kontrol altına almak için bu savaşa girdiklerini söylemiştir. İkincisi su savaşı ise, İsrail’in 1982’de Güney Lübnan’ı işgalidir ki, bundaki amaç da Litani nehrinden su çekmektir.

Ortadoğu’da suyun ve su kaynaklarına müdahalenin savaş nedeni olacağını söyleyen tek devlet İsrail’dir. İsrail kurulduğundan beri, daima su ve savaş kavramlarını birlikte ele alarak, kendine bir su güvenlik alanı oluşturmaya çalışmaktadır.
Havzanın küresel kıskaca alınması hamleleri

Keban Barajının yapımında ABD kalkınma ajansının kredi anlaşmasında dikte ettirdiği şartlardan biri, Fırat’ın akımının 1/3’üne tekabül eden 350 m3/sn suyun Suriye’ye verilmesiydi.

Mısır ve Suriye 1967’deki “Altı gün Savaşı”nda kaybedilen yerleri almak için 1973’de İsrail’e tekrar savaş açtı. Ancak kaybedilenleri alamadılar. 1978 Camp-David Zirvesi ile Mısır-İsrail barışı sağlanmış, ancak anlaşmazlık devam etmiştir. 30 Ekim 1991’de ABD Başkanı Bush’un girişimi ile “Madrid Barış Konferansı” toplanmıştır. Buradaki 5 çalışma grubundan biri de “su kaynakları çalışma grubudur”

Bu grubun çalışmaları sonunda kasıtlı olarak, Türkiye “Su Zengini” bir ülke olarak tanımlanmış, taraf olmadığı bir savaş sonrasında toplanan barış konferansı platformunda, ulusal doğal kaynakları tartışmaya açılmıştır.

Madrid Konferansından sonra Türkiye’nin gözlemci olarak katıldığı “su kaynakları çalışma grubu”, toplantılarından birini 7-9 Aralık 1994’te Atina’da yapmıştır. Havza ile hiçbir ilgisi bulunmayan ve Türkiye’ye düşmanca emeller besleyen Yunanistan’ın etkinliği manidar olup, küresel güçlerin sularımızı bulandırma niyetlerinin ilk belirtileridir.
“Savaş tamtamları” çalınıyor

Urfa Tünellerinin inşaatına 1977’de başlandı, 476 bin hektarlık alanın sulanması öngörüldü. Keban barajının tamamen hidroelektrik amaçlı olmasına karşılık, Atatürk barajından Urfa Tünelleri ile sulama yapılacak olması aşağı kıyıdaşları telaşlandırdı. İşte bu tarihten itibaren Fırat ve Dicle Ortadoğu gündemine ve dolayısıyla da küresel strateji merkezlerinin gündemine girdi. Bundan sonra savaş senaryoları yazılmaya başlandı. Suriye ve Irak konuyu daima uluslararası platforma çekmeye çalıştılar. Fırat’ın yatağının değiştirildiği, bundan böyle hiç su verilmeyeceği gibi, kendi kamuoylarına yönelik yalan haberler ürettiler.

Su savaşı senaryolarının kaynağı genelde ABD ve İngiltere’dir. Bunun dışında Ortadoğu’da su için savaş çıkacağını ileri süren iki odaktan biri İsrail, diğeri de Mısır’dır. Şimdi bu odakların savaş çığırtkanlıklarına bazı örnekler verelim;

Batı dünyasında Ortadoğu’daki her olaya dar katı köşeli siyasi anlayışla bakıldığının tipik örneklerinden biri ”Su ve Ortadoğu’da İstikrarsızlık” başlıklı makalesinde N. Beschorner’in “…Akımların düzenlenmesi (GAP kapsamındaki barajlar kastediliyor) hidrolojik yönden faydalı, politik yönden geçersizdir” ifadesidir.(2-D.Yıdız)

BM genel Sekreteri Kofi Annan 2001’de “Dikkatli olmaz ve önlem almazsak gelecek yüzyıl savaşları petrol yüzünden değil, su yüzünden çıkacaktır.” beyanında bulunmuştur.

CIA Stratejik araştırma merkezi 1986’da bir rapor hazırlayıp şu kehanette bulunmuştur: “Ortadoğu’da gelecekteki bir savaş, Nil, Ürdün ve Fırat nehirlerinin sularının paylaşımından çıkacaktır.(Tempo Dergisi 10-16 Haziran 1986)

Birleşmiş Milletlerin 2006’da hazırladığı “su raporu”nda, Türkiye’nin 2025’de su sıkıntısı çekeceği, 2040 yılında Suriye ve Irak’ta tarlalarda ekin yetişemez hale geleceği için, Irak ve Suriye’nin “hiç düşünmeden” Türkiye’deki barajlara füze saldırısı yapabileceklerinden söz edilmektedir. (Özer F. 6-10-2005-Petrogaz Enerji dergisi-Sy 212-13)

Hayfa Üniversitesinden Prof. Armon Sofer 1990’da “Ortadoğu’da su kaynaklarının kullanımı yüzünden savaş çıkacak” demiştir. (Milliyet 31 Ekim 1990)

İsrail İşçi Partisi lideri Şimon Perez, başbakan Turgut Özal’a bundan sonraki Ortadoğu savaşının toprak yüzünden değil, su yüzünden çıkacağını söylemiştir. (Cumhuriyet-12 Haziran 1991)

İzhak Rabin başbakanlık koltuğuna oturduğunda “Umarım ki su sorunu silahla çözülmez” demiştir.(22 Aralık 1992 Sabah)

23 Aralık 2009’da Türkiye ile Suriye arasında 51 konuda ortak çalışma protokolü hazırlanıp, iki ülke işbirliğinin doruğa çıktığı bir dönemde, ABD kamu radyosu NPR 11 Ocak 20102daki yayınında; ”Ortadoğu’nun en vahim su krizi ile karşı karşıya olduğunu, Türkiye’nin Fırat ve Dicle üzerinde dev baraj şebekesi kurduğunu, bunun Suriye ve Irak’ın suyunu %50 oranında düşürdüğünü, Türkiye’nin su konusunda süper güç olduğunu ve Türk-Arap gerginliğinin arttığını yorumlayarak, 15 gün önce Türkiye ile Suriye’nin yaptığı kapsamlı işbirliğini görmezden gelmişlerdir.(3-D.Yıldız)

Ortadoğu’da su için savaş çığırtkanlığı yapan en sansasyonel kitap, “su savaşları” kitabıdır.(6- j. Bulloch ve A. Darwish). Kitabın yazarlardan Bulloch suların Türkiye ile Araplar arasında bir silah olarak kullanıldığı görüşüne sahiptir. Darwish’in görüşlerini ise Mısır dışişleri bakanı ve eski BM genel sekreteri Boutros Ghali şekillendirir. Ghali’nin amacı, Nil Nehrinin akış aşağısı (mansap) ülkesi olan Mısır’ın görüşlerini etkin kılmak ve akış yukarısındaki(memba), Sudan başta olmak üzere diğer ülkelere gözdağı vermektir. İngiltere 1929 yılında Sudan’ın mandateri sıfatıyla Nil suları için akış aşağısı Mısır ile bir paylaşım anlaşması imzalamıştır. Mısır’ı fazlaca gözeten bu anlaşma, akış yukarısındaki ülkeleri sıkıntıya sokmaktadır. Mısır o avantajını kaybetmemek için her fırsatta su savaşı tehditleri savurmaktadır.

Baştan sona savaş kışkırtıcılığı yapılan kitapta, Türkiye’nin komşularını etkileyebileceğini göstermek için su kaynaklarına sahip olmanın verdiği gücü kanıtlamaya çalıştığından bahisle, 1990 Ocak ayında Fırat Nehrinin sularını üç haftadan fazla keserek, bu noktayı vurguladığı iddia edilmektedir. Ancak gerçek tamamen farklıdır şöyle ki;

Atatürk Barajının ilk dolumu esnasında dip savakların bir ay süreyle kapalı kalarak suyun kesilmesi teknik bir zorunluluktur. Bu durumdan aşağı kıyıdaşlar haberdar edilmiş ve gelecekte oluşacak bu açığı telafi etmek üzere, 23 Kasım 1989 dan sonra her gün 500 m3/sn yerine, 830 m3/sn su bırakılmıştır.

Kitapta Atatürk barajının yapılmaya başlamasıyla Suriye devlet başkanı Hafız Esad’ın baraja füze saldırısı düşündüğü, bunun zor olduğunu anlayınca da PKK kartını oynamaya karar verdiği iddia edilir. Keza, Süleyman Demirel’in “Su bizim, petrol Arapların” diyerek kötü polis rolünü, Turgut Özal’ın ise “barış suyu” önererek, iyi polis rolünü oynadıkları görüşleri yer alır. Kitap, “su savaşları yoldadır” ifadesi ile sona erer.

Batıda siyasi çevreler savaş çığırtkanlığı yaparken tarafsızlığını koruyabilen bilim çevrelerinin yaklaşımı farklı olup, Oxford Üniversitesi’nden Prof Julie Trottier 2003’te şöyle der; “Su savaşları egemen sınıfların hegemonyalarını pekiştirmek için yararlandıkları ve ısrarla yaydıkları bir kavramdır”(3-D.Yıldız)

Ortadoğu’daki küresel güçler, “bundan sonra savaşların kıtlaşan sudan ötürü çıkacağı” yalanı ile kontrollü gerginlik yaratarak, su manivelası ile manevra alanlarını genişletmek ve hegemonyalarını pekiştirmek istemektedirler.
Ve Avrupa Birliği devreye giriyor

AB ilk olarak 14 Nisan 2003 katılım ortaklığı belgesinde “Çevre” başlığı altında sular konusuna değinerek, AB’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere atıfta bulunmuştur. Bunlar;

-“Avrupa Birliği Su Çerçeve Direktifi”(SÇD),

– “Sınır-aşan su yollarının korunması, kullanımı ve uluslararası göllere ilişkin sözleşme”,

-“Sınır-aşan boyutta çevresel etkilerin değerlendirilmesi sözleşmesi”.

Oysa Türkiye bu sözleşmelerin hiç birine taraf değildir. Katılım ortaklığı belgesine karşılık olarak Türkiye’nin hazırladığı ulusal programda; sözleşmelerin tam üyelikle birlikte değerlendirileceği belirtilerek ertelenmiştir.

AB’nin 3 Ekim 2005’te kabul edilen müzakere çerçeve belgesinde “uluslararası konular” başlığı altında şu ifadelere yer verilmektedir:

“Ortadoğu’da su, önümüzdeki yıllarda giderek artan biçimde stratejik bir konu haline gelecektir. Türkiye’nin AB ye katılımıyla beraber su kaynakları ve altyapılarının (Fırat ve Dicle Nehirleri ve üzerindeki baraj ve sulama tesislerinin) İsrail ve ona komşu ülkeler arasında sınır ötesi işbirliği ve yönetiminin AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir”

AB belgelerinde, üyelik halinde Fırat ve Dicle nehirleri ile bunlar üzerindeki barajların ve sulama tesislerinin idaresinin uluslararası yönetime bırakılmasının ve bu konuda komşular ve İsrail ile işbirliği yapılmasının Türkiye’den isteneceğine yer verilmektedir. “Ortak bir çalışma grubu”na İran ve İsrail dahil edilerek çözümsüzlük desteklenmektedir. Bu mümkün olmayacağına göre AB öncülüğünde oluşturulacak uluslararası bir yönetim öngörülmektedir.

Türkiye sınır aşan sular konusunda yalnızca komşularına su akıtan bir ülke değildir. Aras, Meriç, Tunca vb. birçok akarsu da başka ülke topraklarından çıkıp ülkemize akıyor. Geçmişte o akarsularla ilgili sorunlar da ortaya çıktı ve gelecekte de çıkabilir. Ancak, nedense AB bunları kendine dert edinmiyor ve üyelik görüşmelerinde bunlarla ilgili koşullar öne sürmüyor. Ama konu Orta Doğu olunca akarsuların yönetiminin kendine bırakılmasını olmazsa olmaz sayıyor.

AB neden Fırat ve Dicle’nin yönetiminde İsrail’in de yer almasını istiyor? Su için her fırsatta savaşan İsrail’i Fırat ve Dicle’nin yönetimine dahil etmek, bölgede işbirliğini baltalayıp, gerginliği kışkırtmaz mı? Türkiye’nin “Arap-İsrail” gerginliğine bulaştırılması kimin yararınadır? AB’nin Fırat ve Dicle’ye ilgisini, Sevr’de yer alan “Ermenistan” ve “Kürdistan” veya Tevrat’taki “vadedilmiş topraklar” ile ilişkilendirmek, fazla komplocu bir yaklaşım mı olur? Herkes kendince yorumlasın.
Küresel güçler suların durulmasına izin vermediler

Daha önce belirtildiği gibi 23 Aralık 2009’da Şam’da Türkiye ve Suriye başbakanları, 51 ortak çalışma protokolü imzaladılar. Türkiye, 2009’da kuraklık nedeniyle Suriye ve Irak kendisinden fazla su istediğinde, barajlardaki kritik seviyelere (Atatürk barajındaki aktif doluluğu %18’den %9,5 seviyelerine düşürülmüştür)rağmen fazla su vererek, suyun hegemonya değil işbirliği için kullanılacağını göstermiştir. Bu arada Suriye de yıllardır sürdürdüğü uzlaşmaz tutumundan dönüş yaparak, Türkiye ile yukarıda sözü Şam protokollerini imzalamıştır. Bunların konumuzla ilişkili olanları şunlardır;

22 nolu protokol: ”Kuraklıkla mücadele ve su kaynaklarının etkin kullanımına dair”

49 nolu protokol: “Suriye’nin sulama amaçlı Dicle Nehrinden su çekmesine dair”

50 nolu protokol: “Asi Nehri üzerinde ortak baraj yapımına dair” (T.C. Resmi Gazete)

Türkiye Suriye İlişkilerinin uzlaşmazlıktan çıkıp işbirliğine dönüşmesi, bölge üzerinde planlar yapan İsrail ve uluslararası güçleri rahatsız etmiştir. Şam protokollerinden 14 ay sonra Asi Nehri üzerinde Türkiye ile Suriye ortak baraj temeli attılar. Bir ay sonra, Mart 2011 de Suriye karıştı ve kısa sürede iç savaşa dönüştü. Zamanlama manidar değil mi?
Su için savaş değil, işbirliği zorunludur

Su için savaş çıkacağına ihtimal veren birçok insana karşılık dünya barajlar komisyonu başkanı Güney Afrikalı eski bakan Kader Asmal, su sıkıntısının suyun özelliği nedeniyle, doğal olarak düşman komşu ülkeleri bile diğer sorunları da aşarak işbirliğine yönelttiğini ifade eder.

Petrol, madenler gibi yenilenemeyen kaynaklar talan edilebilir, uzak mesafelere taşınabilir ama suyu büyük ölçüde yerinde kullanmak ve paylaşmak zorundasınız. Bir nehrin tamamına sahip olsanız da oradakilere su vermek zorundasınız. Su temel bir insan hakkıdır, bu nedenle savaş değil barış nedeni olmalıdır.

Türkiye, Irak ve Suriye ülkelerinin ve halklarının sınır aşan sular konusunda üzerinde anlaşamayacakları çelişen çıkarları yoktur ama herkes kendini haklı gördüğü için de, su sorunu kimsenin sahiplenmediği bir yetim konumundadır.

Su vakfı Başkanı Prof. Zekai Şen, Ortadoğu’da Su Meselesi ve Türkiye sempozyumundaki bildirisinde şu tespitleri yapar;

“Bölge ülkelerinin asgari müşterek çıkarlarda bile bir araya gelemeyişleri, Batılı ülkelerin iştahlarını kabartmaktadır…Bölge ülkeleri arasındaki anlaşmalar, ne kadar zayıf olursa veya sürüncemede tutulursa, Batılı ülkelerin Ortadoğu su sorununa burunlarını sokarak çıkar sağlamaları o kadar fazla olacaktır.”

Türkiye komşuları ile olan su ilişkilerinde daima olumlu ve yapıcı bir tutum sergilemiştir. Bu durum su vanalarını kontrol etmek isteyen güçlerce yeterince desteklenmemiştir. Hatta görmezden gelinmiştir. Fırat’ın yatağına zaman zaman 700-800 m3/sn su verilmesindeki iyi niyet bile, mevcut saplantıların terk edilmesine yetmemiştir. Çünkü bölgedeki uluslararası ilişkilerdeki belirleyici unsur “güç” faktörü, bölge ilişkilerinde en belirgin unsur ise “güvensizlik” tir.

Ortadoğu’da su ve savaş ilişkisine en gerçekçi açıklamayı İsrail’li hidroloji profesörü Uri Shamir getirir: “Barış için bir siyasal niyet varsa, su sorunu sizi engellemez, savaşmak içi neden arıyorsanız su size iyi bir fırsat verir.”(3-D.Yıldız)

Su savaşının kazanan tarafı olsanız bile su, kaybedenle de birlikte kullanılacaktır. Su için savaş çıkarsa uygun kullanılmadığı için çıkabilir. Su yüzünden çıkan savaşın mutlaka başka siyasi nedenleri de vardır. Kaldı ki sudaki işbirliği, diğer sorunların çözümünü de kolaylaştırabilecektir.
Türkiye ne yapmalıdır?

Ortadoğu çatışmalara ve çok taraflı siyasal çekişmelere sahne olan bir coğrafyadır. Karışanı çoktur, karıştıranı çoktur, kapandığı sanılan yaraların kaşıyanı çoktur. Ortadoğu’da diğer siyasi konular gibi, su sorunu da benzerlerine göre çok boyutlu ve çetrefildir Bu coğrafyada en küçük bir problemin ileri derecede bölgesel ve küresel soruna dönüşme ihtimali her zaman vardır. Türkiye, uluslararası konjonktürü de dikkate alarak, her türlü küresel baskı karşısında bağımsızlığını ve Fırat ve Dicle üzerindeki hükümranlık haklarını koruma yolunda barışçı politikalar geliştirmelidir

Türkiye su zengini değildir. Yakın gelecekte de su sorunları yaşayacak bir ülkedir. Türkiye’de batıya doğru bir iç göç vardır ve batı Anadolu’da da su sıkıntısı söz konusudur. Su zengini olmadığımız, GAP ile bölgeye düzen ve denge geldiği ve akış aşağısına ücretsiz düzenleme ve ıslah hizmeti verilmekte olduğu ısrarla vurgulanmalıdır.

2011’de Türkiye Suriye ilişkilerinin gerilmesi, Türkiye’nin su konusundaki pozisyonunu da olumsuz etkilemiştir. Birkaç yıldan beri Irak ve Suriye’deki su yapılarının birçoğunun İŞİD’in kontrolüne geçmesiyle, zaten çetrefil olan soruna, hepsini bastıran bir de güvenlik boyutu eklenmiştir.(9-İnt.)

Irak ve Suriye emperyalist ordularının ve/veya taşeronlarının işgali altındadır. Nehirlerin yönetimine AB veya İsrail’in müdahil olabildiği bir Türkiye ise işgal edilmeden egemenliği örselenen bir ülke konumuna düşecektir.

Türkiye’nin imzalamadığı BM su yolları sözleşmesi Türkiye’yi bağlamasa da Suriye ve Irak bu sözleşmeyi imzalayarak, sorunun uluslararası arenaya taşınmasını kolaylaştırmıştır. Şu anda güvenlik önde olsa da, bu gelecekte gene çözümlenmesi gereken bir sorundur. Sorunun uluslararasılaştırılması (enternasyonalize edilmesi), “ Sorun ülkeler arasında çözülmelidir” tezimizi zayıflatmaktadır. Şartlar elverdiğinde Türkiye tekrar önalan (proaktif) politikalar izlemelidir. Su konusundaki zirve ve konferanslarda inisiyatifi elde tutmalıdır.

Politika ve bilim adamlarımız su konusunda AB organ ve üyelerini ikna etmeli, tutarlı politikalarla AB, karşımıza değil yanımıza alınmalıdır. Ülkemiz üzerindeki emperyalist hegemonyanın yoğunlaşmasına ve pekişmesine izin verilmemelidir.

Türkiye, küresel güçlerin “çözüm” adı altındaki emrivakilerine maruz kalmamak için, etkin su politikası izleyerek kendisi çözüm önerileri hazırlamalıdır. Küresel güçlerin Fırat ve Dicle üzerinden ülkemizi kıskaca almalarına ve sularımızı bulandırmalarına asla izin verilmemelidir.
 
 
Kaynaklar:

Ali İhsan BAĞIŞ-“Ortadoğu Hidropolitiği Üzerine Bir Değerlendirme” İ.M.O. Türkiye Mühendislik Haberleri-2002-sayı:420-421-422
Dursun YILDIZ-Özdemir Özbay-“Şu Fırat’ın Suyu”-Truva Yayınları-Yayın NO 351..İnceleme araştırma No 54-2011..Kavacık-İstanbul
Dursun YILDIZ ”Su’dan Savaşlar”-Truva yayınları-335-Kavacık İST. 1 baskı-2010
Dursun YILDIZ-“Su Güvenliği”-Truva Yayınları No 436…Birinci baskı…2014..İstanbul
Eray ACAR- “Avrupa Birliğinin GAP ve su sorununa yaklaşımı çerçevesinde Fırat ve Dicle Nehirlerinin yönetimi Üzerine tartışmalar”- 9 eylül üniversitesi İİBF Kamu yönetimi Böl.
JohnBulloch-Adel Darwish-“Su Savaşları”-Altın kitaplar ve yayınevi)
Ramazan ERDAĞ-“Türkiye’nin Sınıraşan Sular Sorunu”- Esk. Osman Gazi Üni. İİBF uluslararası ilişkiler Böl.
C. Dışişleri Bakanlığı EİUK-III “Ortadoğu’da Su Sorunu”-Ekim 1994-ANKARA İnternet kaynağı: (www.Aljazeera.com.tr)


Hiç yorum yok: