Ergenekon’a hapis bir kimlik: Türk
Talha Göktuğ Gönen
Türk; kavram olarak, taşıdığı asli niteliklerinin ortaya konması bir kenara dursun; anlam bakımından tanımlanmasında dahi üzerinde uzlaşmaya varılamamış bir kavramdır.
Tartışmalı bir terim olarak etnik, kültürel ve siyasal referanslarca yapılan birbirinden farklı hatta zaman zaman çelişkili tanımlamaları bünyesinde toplayan bir kimliği ihtiva etmektedir.
Ekseriyetle belirli bir coğrafyada, tarihin belirli bir periyodunda etkinlik göstermiş bir Avrasya halkını nitelendiren dar bir kavram çerçevesine mahkûm edilmiş bu kimlik zannedildiğinden hatta Türklerin zannettiğinden hatta ve hatta Türkçülerin zannettiğinden çok daha büyük bir potansiyele sahip olabilir.
Söz konusu potansiyeli ortaya çıkarmak için tahlil doğru yapılmalı, yol haritası düzgün çizilmeli ve en önemlisi de “ideal” kapsamlı bir biçimde yeniden ele alınmalıdır.
Mevcut durumun analizine ve teorik temelin inşasına başlamadan önce üzerinde durulması gereken ilk konu kavram hareketliliği olgusudur. Sosyal bilimlerin hemen hepsi diğer sözel disiplinlerde de olduğu gibi statik olmayan kavram tanımları temelinde bina edilir. Hiçbir terim net ve sabit anlamlara sahip değildir. Sosyal bilimlerde kavramlar sübjektif yorumlamaya açık şekilde, referans noktalarına bağlı olarak –zaman zaman birbiri ile çelişkili tanımlamalar dâhil- fazlasıyla çeşitli anlamları bünyesinde bulundurabilir.
Fen bilimlerinin; -genel karakteristiği gereği- kullanımdaki kavram setlerinin bu tarz bir anlam dinamizmini taşıması beklenemez. Matematiksel netliğin ve kesinliğin gölgesinde fen bilimleri doğadaki kaotik veri yığınını teşkilatlandırıp “kullanılabilir” hale getirmeyi hedefler. Sosyal bilimler -ampirik verilere dayanma, nedensellik, çelişmezlik gibi temel epistemolojik çerçeveler dahilinde- kavram dinamizmi sayesinde, fen bilimlerine kıyasla daha geniş bir hareket kabiliyetine sahiptir. Gerek felsefi yaklaşımlardaki çeşitliliğin bilişsel süreçlere dâhil edilebilirliği gerekse değişken referans noktalarına göre kavramların yeniden konumlanma zarureti sosyal bilimlerin saklı hazineleridir. Söz konusu avantajlar bu disiplinlerin icrası esnasında insan zihnini düşünsel kapasitenin sınırlarını zorlamaya elverişli hale getirmektedir.
Kavramların tanım değişkenliğini, tanıdığı düşünce imkânları kadar suistimale açıklığı ile de değerlendirmek gerekmektedir. “İktidar”ı araştırma nesnesi olarak merkeze almış olan başta siyaset bilimi olmak üzere bütün sosyal bilimler, gücün kaçınılmaz yozlaştırıcılığından nasibini almaktadır. Gücün aktörler üzerindeki yozlaştırıcı etkisi doğrudan doğruya disiplinler üzerinde de gözlemlenebilir. Sosyal bilimlerin ortaya koyduğu literatürün hemen hepsi doğrudan iktisadi ve siyasi çıkarları etkileme potansiyeline sahip olması nedeniyle yine iktisadi ve siyasi çıkarlarca etkilenme potansiyelini de saklı tutmaktadır. Fen bilimleri çatısı altındaki kimi disiplinler dahi güce yaklaştığı ölçüde bu etkiden payını almaktadır. Siyasi ve iktisadi gücün odaklarca kullanımı için geliştirilmiş sayısız manipülasyon enstrümanı arasında kavram değişkenliğinin suistimali rakipsizdir. Kavramın nitelikleri açısından ve hatta tanımlanması açısından ortaya konabilecek farklı yaklaşımlar güç dengeleri üzerinde görece büyük etkiler gösterebilir.
Kavramların sosyal bilimlerde anlam dinamizmine sahip olması bütün terminolojinin kaotik biçimde tanımlandığı ve nitelendirildiği anlamına gelmez. Her bir kavram bir anlama sahip olurken o kelimenin etimolojik kökeninden, mensup olduğu dilin ve kültürün karakteristiğinden ve kullanımda bulunmuş olduğu her bir halkın tarihi hafızasından edindiği manevi yükleri daima sırtında taşır.
Sosyal hafızada yer etmiş her bir sevinç ve her bir trajedi dil aracılığı ile kelimelere işlenir. Bundan dolayıdır ki, organik bağlarını ve geleneksel değerlerini muhafaza edebilmiş halklar için kavramsal tanımlama bilhassa da kimlik tanımlamaları bütün bir siyasi ve sosyal yapı için temel teşkil etmektedir. Modernitenin rasyonel insana biçtiği rolün aksine bu tarz toplumlarda fikriyat aidiyeti şekillendireceğine aidiyet fikriyatı şekillendirmektedir. Dini, etnik ve örgütsel aidiyetler felsefi duruş, politik perspektif ve ahlaki tutum gibi sayısız düşünsel dinamiği doğrudan şekillendirme erkine sahiptir. Söz konusu topluluklarda birey önce bir kimliğe sahip olur daha sonra o kimliğin gereği olan fikriyat edinimine koyulur. Bu da kimliğe izahı güç bir iktidar kazandırır.
Fikir mimarı olarak kimlik; modernitenin mekanik toplum görüşüyle ve akla atfettiği sınırsız kutsallık anlayışlarıyla “toplum mühendisliği” diye adlandırdığı sürecin organik muadilidir. İlk bakışta toplum mühendisliği gibi sicili kabarık bir kavrama benzerliği ve irrasyonelliği temel alıyor algısı yaratması nedeni ile fikri lince uğratılacağı muhtemel bu olguyu reaktif tepkiler vermeden önce soğukkanlılıkla değerlendirmek gerekiyor.
Klasik anlamda kimlikçilik; insanın güvenlikçi içgüdülerinden beslenen ilkel bir örgütlenme modeli olarak görülebilir, sosyal bütünleri parçalamak, ötekiyi tanımlayarak çatışma unsuru yaratmakla da suçlanabilir ancak insanlık bugün sahip olduğu bütün birikimini kimlikçiliğin farklı formlarına borçludur. Dar ve tek bir kalıba sokulamayacak kadar temel bir olgu olan kimlikçilik; örgütlenmenin ilk basamağıdır ki bu onu bütün sosyal varoluşumuzun temel yapıtaşı konumuna yükseltir. İnsanlığın ortak atalarından kalan bu miras karşı karşıya kaldığımız problemleri aşmamızı dün nasıl sağladıysa yarın da sağlayacaktır.
İnsanın doğumdan itibaren sahip olduğu güdülerden beslenen, tarihin karanlık bilinmezliğine doğru uzanan kökleri ile koca moderniteye yarım milenyumdan fazla direnmeyi başarabilmiş kimlikçiliğin ayak sesleri bugün gezegenin her coğrafyasında işitilir hale geldi. Yüzyılın ikinci çeyreğine girerken etkinliğini giderek arttıran, bütün mevcut modern aidiyetlere bir tehdit unsuru olarak tanımladığımız kimlik hareketinin saklı potansiyeli dayanıklılığından daha mühim bir konu başlığı. Kimliğin gereği olmak ve kimliğin gereğini yapmak için harcanan bir insan ömrü, sayısız jenerasyon ve hatta koca bir tarih… Premodern yapısal dinamiklerinden arındırılmış, revize ve reforme edilmiş bir kimlik hareketi; yüzyılın başından beri gözyaşlarıyla izlediğimiz batı tipi ideolojinin defni esnasında ortaya çıkan postmodern bir alternatifi teşkil ediyor olabilir. Anlam dinamizminin bilinçli kullanımı; sunduğu imkânlar eşliğinde konjonktürel değişkenlere bağlı olarak kendisini sürekli yeniden tanımlayan bir kimlik hareketi için yol haritası tayin edebilir. Devamlı yayılan ve genişleyen, kapsayıcı bu kimlik; adil bir küresel düzen inşa ederek tarihin nihai sonucuna bizi çıkartma potansiyelini taşımaktadır.
Sosyal bilimler terminolojisinin kavram dinamizmi ve fikriyat mimarı olarak kimlik olgusunun ışığında “TÜRK”; henüz potansiyelinin farkına varılamamış bir cevheri ihtiva etmektedir.
Kelimenin etimolojisinden bütün bir tarihi serüveni esnasında sırtladığı yaşanmışlığa, ulusların kolektif hafızalarından kavramın kullanıcısı bütün toplulukların kültürel miraslarına kadar terimi anlamlandıran her bir unsur Türk’ü inşa ederken ona iktidar kazandırmıştır. Bütün kimliksel kavramlar gibi Türkü de bina eden taşıyıcılarının ve “öteki”nin atfettikleridir. Türkü içeriden veya dışarıdan tanımlayan ve nitelendiren sayısız unsur içerisinde statik, keskin ve net bir anlamda mutabık kalınmasından söz edilemez. Tanımsal belirleyicilerin çokluğunun yanı sıra iktidarın merkezinde konumlanışı kavramın anlamlandırılmasını güçleştiren asli faktördür.
Kimilerinin sevgi ve bağlılıkla, kimilerinin özlem ve umutla, kimilerinin nefret ve öfkeyle, kimilerinin de korku ve endişeyle karşıladığı kendiliğinden güç sahibi bir kavramdır Türk. Kavramın tanımları arasından birisinin kabul görmesi dahi bugünün bölgesel ve küresel politiğinde derin etkiler yaratacağı aşikâr iken kimliğin yeniden tanımlanması, kimliğin gerektirdiği fikriyatın belirlenmesi tarifi yapılamaz bir gücü açığa çıkarma potansiyelini taşımaktadır.
Hazcılığın ve faydacılığın pençesinde çürümekte olan insanlık modernitenin kronik hastalıklarından arınmış yeni bir fenomene ihtiyaç duymakta. Tarihin tozlu raflarında yerini almış batı tipi ideolojinin ancak kurgulayabildiği yeni bir dünya yaratma misyonu; bugün Türklüğün ve bilhassa Türkçülüğün omuzlarındadır. Türklüğün ve Türkçülüğün bu tarihi anlatı içerisindeki yerini ve rolünü keşfetmek, rolünün gereğini eyleme dökmek için öncelikle omuzlardaki bu yük fark edilmelidir.
Değişen küresel güç dengelerinde etken pozisyonda rol almak için eyleme geçmeden önce fikri altyapı; geçen yüz yıl içerisinde değişen konjonktür hesaba katılarak yeniden dizayn edilmelidir. Türkçülüğü yeniden teorize etmenin ilk basamağı Türklüğü tanımlamaktan geçmekte. Türklüğün mevcut tanımlarını tahlil ve tertip etmek, bu tanımların kökenlerine inmek ve tüm bu tarihi izdüşümün ışığında “Türk”ü yeniden tanımlamak gerekmektedir.
Kavramın ilk kullanımlarından başlayarak bugüne kadar süren tarihi serüvenini inceleyerek altyapısız, suni bir tanımlamadan kaçınılabilir. Etimolojik kökeni Türk’e, Evrensel/Tanrısal ahengi muhafaza eden, insanları yasalarla bir düzene kavuşturan ve bu misyonlarca güdülenmişken sürekli yayılıp çoğalan örgütlü bir insan topluluğu tanımı yapmaktadır.
Tarihteki ilk resmi kullanımını incelediğimizde Türk, etnik anlamının yanı sıra devlet ismi olarak siyasi bir anlam kazanmıştır. Ural-Altay dil ailesine bağlı Türki (Turkic) dillerin ortak atası ve isim babası niteliğindeki Türk (Göktürk) Kağanlığı bu özelliği ile kavramın kültürel bir kimlik olarak da nitelendirilmesinde kurucu bir işlev üstlenmiştir. Türk, tarihi süreçlerce etnik anlamının yanı sıra siyasi ve kültürel anlam ve tanımlamaları bünyesinde toplamayı başarmıştır.
Kadim kültürlerin değer ve yargılarını bir ölçüde taşıyan kimlikler yeni taşıyıcılarının fikriyatını ve maneviyatını inşa ederken tarihi bir paradigma köprüsü niteliğindedir. Kendisini Türk olarak tanımlayan –veya öteki tarafından Türk olarak tanımlanmış- topluluklar oldukça uzun bir dönem dini ve kültürel yapıları gereği doğa ile bütünleşmiş bir düşünce altyapısına sahipti.
Türk kimliği, doğanın ahenginde ve dengesinde tanrısal düzeni sezen, tüm bu nizama mutlak bir saygı ve hayranlık besleyen halklarca uzun dönem taşınmıştır. Türk’e bu kültürel mirastan yalıtılmış bir tanımlama yapmak imkânsızdır. Sözcüğün dildeki olası asli anlamları ve ilk kullanımları temel teşkil edecek biçimde İslam öncesi kadim Türk kültürünün mistik ve ruhani ambiyansı bir iskelet oluşturmak için atılacak ilk adımdır.
Türklüğün İslam medeniyetine dâhil olmasıyla birlikte Türklerle birlikte Türklük de farklı bir boyuta evrilmiştir. Türklüğün antik dönemlerinden bu yana var olagelmiş doğayla kusursuz bir entegrasyon içerisindeki tinsel değerler sistemi tek dinin mukaddesatıyla harmanlanmıştır. Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya bütün yerel kültürlerden beslenerek zenginleşmiş bu uygarlık Türklüğün dünya görüşünü soyut bir çerçeveden somut bir yapıya dönüştürmüştür. Kaşgarlı Mahmut başta olmak üzere pek çok Müslüman âlim Türklere ve Türklüğe İslam’ın dünyasında önemli bir rol biçmiştir. Dönemin askeri politikası gereği sınır bölgelerine yerleştirilen Türklerin mücadeleci hayat görüşü jeopolitiğin etkisiyle perçinlenmiş, edebiyatından mimarisine, sosyal hayatından devlet geleneğine kadar zuhur etmiştir. “Türk kimdir?” sorusuna cevap ararken Asya steplerinin göçebe adetleri ve ruhani değerler sistemini semavi maneviyatla zenginleştirildiği, jeopolitiğin etkisiyle daimi teyakkuzun kültürel DNA’ya işlediği erken dönem Türk-İslam tarihi iskeletin bir başka parçasını oluşturmak durumunda.
Sacayağının üçüncüsü ise Türklüğün Diyar-ı Rum’a iştirak etmesiyle 382 yılda inşa edilen, 230 yıl zirvesini yaşayan ve çöküşü 200 yıl süren Yeni Roma dönemidir. Batı dünyasının uykudan uyanmak için can çekiştiği dönemde, antik çağın Latin-Yunan uygarlığına ve Helenistik kültürüne kadar uzanan kökleriyle tarihin görkemli medeniyeti Roma’nın mirası Türklüğün ellerindeydi. Modern Batı’nın bütün uygarlığını borçlu olduğu hazinenin Türklüğe sayısız katkısı arasında en önemli olanı şüphesiz ona atadığı küresel misyondur. İslam öncesinin cihan fethi ve İslam sonrasının ilay-ı kelimetullahı kozmopolis ile vücut bularak “Nizam-ı Âlem” düşüncesini meydana getirdi. İdari sınırlarının çok ötesi için kan ve gözyaşı döken bir Millet tarih sahnesine böylece çıkmış oldu. Bir Medeniyet haline gelen Türklük, devlet teşkilatlanmasından kurum kültürüne, mutfağından sanatına, sosyal yapısından iktisadi modeline kadar bütün sistematik yaşantısını başlıca bu üç kaynaktan beslenerek inşa etmiştir.
Türklüğü bu haliyle meydana getiren tarihi süreçler büyük trajediler ile de hem Türkleri hem de Türk kimliğini şekillendirmeye devam etmiştir. Uygarlığını borçlu olduğu her bir sacayağını unutarak ve reddederek kendi elleriyle kazdığı mezara uzanan bu endemik medeniyet gün batarken yavaşça uykuya dalmıştır. Birbirini izleyen iktisadi, askeri ve siyasi hezimetler toplumsal özgüvensizliği, gelişmişlik farkının yarattığı psikoloji Batı hayranlığını, güç sahibi yayılmacı devletlerce doğrudan yapılan saldırılar anti kolonyal refleksleri, yerli unsurların ulus aşırı işbirliğiyle giriştiği ayrılıkçı faaliyetler ise bölünme karşıtı reaksiyonları ulusal karaktere ve Türk kimliğine işledi.
Uzun bir çöküş süreci yaşayan Türklük; kimliğini ve tarih şuurunu kaybederek orta doğunun oldukça kalabalık mezarlığında yer ararken ve fırtına tüm hızıyla sürerken, kara gecenin ortasında bir kıvılcım parladı. Konjonktürü doğru analiz etmeyi başarmış bir grup aydın her şeyin bittiği zannedilen anda Türklüğü Milliyetçilik fikriyatı çatısı altında bir ulusal kimlik olarak tanımladı.
Son Osmanlı dönemi ve erken dönem Cumhuriyette bu aydınlar Türk kavramının üzerine doğal süreçlerce toprak atmak yerine Lengüistik Mühendislik icra ederek sözcük yeniden anlamlandırmış; pragmatizm merkezinde ulusal çıkarlarca birbiri ile çelişkili sayısız tanım eşzamanlı kullanımda tutulmuştur. Dar ve geniş düzeyde siyasal(vatandaşlık bazlı), etnik(dil ve soy bazlı) ve kültürel(tarihi birliktelik bazlı) tanımlar bugüne kadar konjonktürel olarak kullanılmıştır. Kavramın kullanım tekeli zaman zaman el değiştirse de daima asıl sahiplerine döndüğü için Küresel güç odakları, sözcüğü olabilecek en dar anlama hapsetmeye azmetmiş durumdalar.
Talihsiz hadiseler ve süreçlerin sonunda hasetle ve kişisel ihtirasla: –örneği başka hiçbir grupta görülmeyen- dava arkadaşını cesaretlendirip desteklemek yerine, rakip ve düşman unsurlardan daha büyük tehdit olarak algılamayı teamül haline getirmiş Türkçü camia; emaneti olan Türklük kimliğini müdafaa vazifesini unutmuştur.
Bugün hem ulusal çapta hem de uluslararası düzeyde en çok kabul gören tanım dar manada etnik kimliktir ki iddia üzerine 60 milyondan biraz daha fazla insanı nitelemekte. Memlekette iktidarı tekelleştirmiş aktörler de bu tanımda Gayri-Türk unsurlarla ittifak etmekte. Avam bir kenara dursun akademik camia kavramı tamamen kaotik biçimde tanımlıyor. Ancak ulusal çıkarlar için pragmatik kullanımı meşrulaşabilecek çelişkili tanımlar günün entelektüelinin rastgele kullanımına amade.
Türklüğün ve Türkçülüğün içinde bulunduğu açmazın tek müsebbibi insan kaynağının ve sosyal sermayesinin vaziyeti değildir. 19. ve 20. yüzyılların konjonktürüne göre şekil verilmiş bir siyasal yapı ile 21. yüzyıl tahlil edilmeye çalışılması teorik anlamda bu kötü hali besleyen ana damar.
Türk kimliğini tanımsal olarak yeniden ele alacak, Türkçülüğü yeniden teorize edecek ve akabinde fikriyatın gereğini eyleme dökebilecek bir müessesenin yokluğu bütün bu meselelerin temel çıkış noktasıdır.
Tüm bu acı tablo düzgün okunur, konjonktür doğru analiz edilirse, temel noksanlıklar belirlenip işbirliği halinde onarılırsa açığa çıkacak güç önce bölgeyi sonra tüm gezegeni değiştirme potansiyeline sahiptir. En dardan en genişe sürekli olarak -kontrollü ve tarihi izdüşümünden kopmadan- genişleyen bir kimlik hareketi olarak Türkçülük önce tüm Ural-Altay’ı daha sonra bütün İslam coğrafyasını ve en nihayetinde gezegenin tamamını şekillendirme kudretine sahip. Değişen küresel paradigmanın ve günden güne kan kaybeden modernitenin yarattığı belirsizlik atmosferi büyük fırsatlara ev sahipliği yapıyor. Aral kıyılarında yaşayan alelade Orta Asya boyunda başlayan hikâye bir gün tüm insanlığı kapsayacak düzeye geldiğinde son bulacak. Etnik ve siyasi tanımlama gerektiren hedefler nihayete erdiğinde Türk ideal politik ethosun taşıyıcısı olarak yeniden tanımlanacak. O gün Türkçülüğün Milliyetçiliği yenmesi gerekecek.
Bugün hepimizin gözleri önünde koca bir medeniyet ölüyor. Ortaya çıkacak güç boşluğunu doldurmak için hazır olunmalı. Türklük; dün için anlatılan masalları dinleyerek uyumak ve bugün şahit olunan ihtişamlı çöküşü hayranlıkla izlemek yerine yarına hazırlanır ve doğru an geldiğinde doğru olanı yapabilirse müesses nizam dağılırken emanet verdiğini son kez almaya gelecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder