1. BÖLÜM
Darbe, Türk Dil Kurumu tarafından “bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi” olarak tanımlanmıştır. Türkiye?de bu güne kadar gerçekleştirilmiş olan askeri darbelerin ortak noktası halkın isteği veya desteği aranmaksızın Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) İç Hizmet Kanunu?nun yorumlanmasıyla yapılmış olmasıdır.
1960, 1971 ve 1980 darbeleri, askeri yetkililerin sivil otoriteye karşı sivil halk adına ve Türkiye Cumhuriyeti?nin devamlılığını sağlama iddiasıyla yapılmıştır.(15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü ayrı bir çalışma konusudur) Sivil otorite ya da sivil halk askeri darbeyi istememiş buna rağmen askeri yönetim sivil halk için kendi doğrularına göre karar vererek darbeleri gerçekleştirmiştir.
Darbeler üzerinde çeşitli dış güçlerin farklı derecede etkileri olmakla birlikte, darbe ortamının oluşmasında iç dinamiklerin etkilerini de gözden uzak tutmamak gerekir. İç dinamikler darbeyi meşru kılacak ortamı hazırlamadığı takdirde dış güçlerin darbelerde yönlendirici olması neredeyse imkânsızdır.
12 Eylül askerî darbesi 27 Mayıs 1960’ta başlayan “darbeler silsilesi”nin yeni bir merhalesidir. Bu hadiseyi sebepleri ve sonuçlarıyla doğru okumak ve değerlendirmek için 40 yıl geriye gitmek, 1940’lardan, 27 Mayıs 1960’a ve 1960’tan 1980’e kadar geçen sürede meydana gelen iktisadi sosyal kültürel askeri ve harici siyasetle ilgili gelişmeler üzerinde durmak, aralarındaki bağlantıları benzeyen ve benzemeyen taraflarını incelemek gerekir.
TEK PARTİLİ YILLARDAN ÇOK PARTİLİ YILLARA
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD ile SSCB’nin önderliğinde iki kutuplu yeni bir uluslararası sistemin hakim olduğu dünya şartları doğar.
Savaş süresince iki blok arasında oldukça bağımsız kalmaya çalışan Türkiye için artık sonun başlangıcı gelmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ, İkinci Cihan Harbi’nin galipleri arasında yer alacağı artık belli olmuş bulunan Sovyetler Birliği’ne dolaylı bir yaranma suretiyle soğumuş olan münasebetleri geliştirmeye çalışarak, oradan gelebilecek muhtemel bir tehdide karşı güya vakitlice tedbir almak istemiştir. Bu endişeyle Mayıs 1944’te Türkçülere, Türk Milliyetçilerine karşı geniş tutuklamalar başlatır.
Cumhuriyet tarihindeki ilk büyük mağduriyetleri yaşayan Türk Milliyetçileri üzerinden girişilen bu gayretkeşliğin herhangi bir netice vermediği kısa zamanda anlaşılacaktır.
Daha savaşın dumanları tüterken, Rusya, Türkiye’den taleplerini basın yoluyla duyurmaya başlamıştı.
1945 yılında Rus Dışişleri Bakanı Molotov, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim SARPER’i Dışişleri Bakanlığı’na davet ederek Stalin’in Türkiye ile ilgili taleplerini ihtiva eden bir nota verir. Sovyetler bu nota ile Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı talep etmekte; İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinde her türlü denetim hakkı ile Türkiye’de Sovyetlere dost bir hükümetin kurulmasını istemektedir.
Selim SARPER, diploması tarihimizin “yüz akı” diyebileceğimiz bir tavırla notayı reddeder. Molotov, şaşkın, kızgın, çaresiz bir şekilde Türk Büyükelçisi’ni kapıya kadar saygıyla yolcu etmekten kedini alamamıştır.
“Dünya şartları biraz da kendi dışında olarak Türkiye’yi bir blokla bütünleşmeye itmektedir. “Gidilen Yön”, Batı sistemidir. Batı, Türkiye’ye yalnızca politik sistemini değil, ekonomik sistemini de getirecektir.
1950’de “genel oy” yoluyla Atatürk’ün kurduğu ve o anda devlet başkanı olarak İnönü’nün bulunduğu CHP iktidardan uzaklaştırılıyor, Atatürk’ün eski başbakanlarından Celal Bayar’ın cumhurbaşkanlığında, Menderes’in başbakanlığında Türk siyasi hayatında on yıl sürecek Demokrat Partili yıllar başlıyordu.
Böylece geniş halk kesimlerinin kendilerini geliştirmekte yetersiz kalan eski devletçi ve bürokrat kadrolara duyduğu tepkiyi de yedeğine alan burjuvazi özellikle 1950-1970 arsındaki 20 yılda yapıyı adeta tersine çevirecektir.
Kapitalizm; toplumdaki kapitalizm öncesi güçlerin de direnişlerini kıracak, “kır”da veya “şehir”de üretim güçlerini yepyeni umutlarla güçlendirecektir.
Türk ekonomisinin yapısına bağlı yetersizlikleri, özellikle 1950’deki değişimi izleyen yirmi yılda dünya kapitalist sisteminin geniş dış kredilerinin de yardımıyla belli ölçülerde giderilmeye çalışılmıştır.
Dış kaynaklar hem tarımda hızlı bir makineleşmeyi hem de ülkede modern ekonomik kesimin öncüsü olan büyük alt-yapı yatırımlarını hızlandırmıştır. Yollar, köprüler, barajlar, santrallerle donatılan Anadolu, oldukça içine kapalı bir ekonomik birim görünümünden çıkarılarak pazar için üretime açılmıştır.
Tarımdaki makineleşme köylerdeki fazla nüfusun şehirlere göç etmesine yol açmıştır. Böylece şehirlerin etrafında gecekondu kuşaklarının ilk belirtileri görülmeye başlamıştır. Bu durum hâlâ sancılarını çektiğimiz sağlıksız ve plansız şehirleşmenin de ilk adımlarıdır.
Şehirlerdeki artan nüfus sebebiyle gıda fiyatlarında gözle görülür bir yükselme olmuştur. Köyden şehre ilk göçenler gecekonduda yaşasalar da eski hayatlarıyla şehirdeki hayatlarını mukayese edip gecekondu hayatını tevekkülle karşılıyorlardı.
İkinci ve sonraki nesillerse, varoşlardaki hayatlarıyla şehrin daha modern semtleri arasındaki hayat seviyesi farkını görmeye ve sorgulamaya başlamışlardır. Bu durum her geçen gün artan memnuniyetsizlikleri ve ileriki yıllarda özellikle sol partilerin her türlü propagandalarına açık oy depolarının oluşmasına yol açmıştır.
Şehirlerde orta ve büyük sanayii üretim birimlerinin yaygınlaşması sağlanmıştır. 1960’lardan itibaren sanayileşmenin devlet planları öncülüğüne alınması, kapitalistleşme ve sanayileşme hareketinin ana şartlarını bütün ekonomiye kabul ettirmesinin de bir başka simgesidir.
Kırsal kesimde toprakla son geleneksel bağlarını da koparan tarımsal işgücü, Türk sanayisinin ucuz ücretli emek ordusuna dönüşür. İşçi sınıfının kendi için sınıf haline gelişini hızlandıran süreç, demokratikleşme sayesinde, sendikalaşma, toplu pazarlık ve grevi de anayasal haklar olarak onaylattıracaktır.
Ekonomideki eski güçlü durumlarını sürdürmek isteyen gelenekçi ve aşılmış çevrelerle yeni bir siyasi ve sosyal egemenlik peşindeki dışa açık modern kapitalist kesim arasında, Türk toplumunda artık stratejik bir iktidar mücadelesi oluşmaktadır. Egemenlik statüleri değişecek olan bu eski ve yeni sınıfların çatışma ve çelişmeleri, buna ilaveten çoğu zaman dış dinamiklerin de devreye girmesiyle bazen toplumu köklerinden sarsan boyutlara ulaşır.
Diğer yandan Menderes hükümetlerinin batı dünyasının açtığı kredileri sadece yollar barajlar gibi alt-yapı yatırımlarına harcamakla yetinmeyip, bu kredileri cılız da olsa sanayi yatırımları için kullanması Batı dünyasında özellikle ABD çevrelerinde memnuniyetsizliklere yol açmıştır. “Bu israfçı yatırımlara son vermezseniz, kredileri keseceğiz” ikazları üzerine, Menderes hükümetleri Sovyetler Birliği ile bir dizi kredi anlaşmaları yapmaya başlar.
Bu bir anlamda sonun başlangıcıdır. Türkiye’nin 1950’lerin sonundan 2017’lere kadar bir türlü kurtulamadığı kısır döngüdür. 1961 Anayasası ile sonuçlanan 27 Mayıs 1960’daki DP’yi alaşağı eden askeri ihtilalden sonra Türkiye’ye ikinci büyük askeri müdahaleyi getiren 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesinin yoğun iç çatışmaları bunalımları gibi …
27 Mayıs esas itibariyle, 14 Mayıs’ın karşılığını vermek şeklinde yorumlanabilir. Zira 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesini sivil - asker bürokrasi ve aydın çevreler bir türlü içine sindiremedi. Bu çevreler, halkın bu siyasi tercihini bilgisiz ve şuursuzluğuna bağlıyor, tercihinin isabetli olmadığına hükmediyordu. Demokrat partinin arka arkaya kazandığı seçimleri de milli iradenin bir tecellisi olarak görmek yerine “karşı devrim” olarak nitelendiriyordu.
Demokrat Parti’nin 1931 yılında Atatürk’ün isteği ile kendi kendini fesheden ‘’Türk Ocakları’’ nın Hamdullah Suphi Tanrıöver’in çabalarıyla yeniden açılmasına destek vermesi ve Ulus’taki tarihi Türk Ocağı binasının kullanılmasına izin vermesi milliyetçi çevrelerce memnuniyet yaratmıştı.
Aydın muhitlerde geniş desteğe sahip Milliyetçiler Derneği’ni 1953’te kapattırması ise bu çevrelerde ciddi memnuniyetsizliğe ve Demokrat Parti’nin Türk milliyetçilerinin kamuoyu desteğini kısmen de olsa kaybetmesine sebep olmuştur. Demokrat Parti’nin 1950’den sonra 1954 ve 1958 seçimlerini de arka arkaya kazanması, sivil asker bürokrasiyi, aydınları ve CHP kadrolarını gittikçe azgınlaşan bir muhalefete sevk ediyordu.
Sancılarla dolu bu yıllar hızla geçerken Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü ZORLU’nun 1959’da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin müstakil bir devlet olmasını da tanıyan Yunanistan ve İngiltere’nin yanı sıra Türkiye’ye de garantörlük imkânı sağlaması, Türkiye’nin 1964 ve 1974’teki Kıbrıs’a askeri müdahalelerinin milletlerarası hukuki meşruiyetine temel teşkil etmesi bakımından başarı hanesine kaydedilecek bir husustur. Bu başarı Fatin Rüştü ZORLU’nun idamına giden yolda bir başlangıç olmuştur.
Başvekil Menderes 1959 yılı Ekim ayında ABD’ye hiç olmazsa 500-600 milyon dolarlık yardım için yapmış olduğu ziyaretten eli boş dönmesinden sonra ümidini büsbütün kestiği için Türkiye’nin dış politikasını değiştirecek hamlelere girişti.
Menderes’in Washington’u ziyaretinden yalnızca iki ay sonra 6 Aralık 1959 ABD başkanı Dwight EISHENOWER Türkiye’ye geldi. Bu iki ziyaretten sadece 6 ay sonra ise Türkiye’de arkasında ABD’nin bulunduğuna inanılan bir darbe yaşandı. (27 Mayıs 1960).
1960’LARA YAKLAŞIRKEN
Türkiye toplumunun tecrübe ettiği ilk askeri darbe olan 27 Mayıs 1960 darbesi öncesine ilişkin çeşitli yazarlar ülkede bir ‘’bunalım?ın olduğuna işaret etmişlerdir. „Bunalım? a yol açan gelişmelere ilişkin olarak ise genellikle Demokrat Parti’nin (DP) otoriterleşmesi ve bu doğrultuda seçim kanununda muhalefet partisinin aleyhine değişikler yapmak, muhalefette bulunan Cumhuriyet Halk Partisine (CHP) baskılar yapmak, yargı mensupları ve diğer devlet memurlarına çeşitli baskılar uygulamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi Tahkikat Encümenini yargısal yetkilerle donatmak gibi uygulamalarda bulunmasına işaret edilir.
Ayrıca, 1955?lerden itibaren ekonomik büyümenin durma noktasına gelmiş olması ve DP iktidarının halkın belli kesimlerine verdiği sözleri tutamamış olması da bunalımı hazırlayan etkenler olarak görülür. Aslında DP iktidarı ekonomideki kötü gidişe paralel bir şekilde otoriteleşmeye başlamış ve özellikle CHP döneminde kökleşmiş olan bürokrasinin gerek askeri gerekse sivil kanadına karşı sert tedbirler almaya başlamıştı
1960’ın Mayıs ayına gelindiğinde, askerî bir müdahalenin siyasî, sosyal ve psikolojik altyapısı her yönüyle hazırlanmıştı. Hükümet bu hazırlıkları son ana kadar fark edemedi. Çeşitli kanallardan alınan istihbarat ve bilgiler üzerinde durulmadı; uyarılar dikkate alınmadı. Ordu tarafından çeşitli yollarla uyarılan Demokrat Parti 27 Mayıs 1960?da askeri bir darbe ile iktidardan uzaklaştırılmıştır(2016 Türkiye’sine ne kadar da benziyor! Sadece oyuncular farklı…)
27 Mayıs 1960’tan birkaç ay sonra Milli Birlik Komitesi (MBK) ikiye bölündü. İsmet Paşa -bir damadın gerdeğe girme heyecanı ile- iktidarı arzuluyor başta Türkeş olmak üzere bu ‘’ondörtler grubu’’nu iktidarına engel olarak görüyordu. Türkeş ve arkadaşları halkın geniş desteğine sahip Demokrat Parti’nin kapatılmasıyla yapılacak erken bir seçimde bu kitlenin TBMM’de temsil imkanı bulamayacağını bu sebeple de CHP’nin iktidar olacağını 1960 askeri darbesinin CHP’yi iktidara getirmek için yapılmadığını ileri sürüyorlardı. Ayrıca devlet idaresinde köklü reformların yapılmasını, Demokrat Parti yöneticilerinin geçici bir süre için bir başka ülkeye gönderilmelerini birkaç sene sonra yeni partilerin kurulmasıyla seçimlere gidilmesini istiyorlardı.
CHP ile yakın temasta bulunan grup, 13 Kasım’da “iç darbe” gerçekleştirdi.
Alparslan TÜRKEŞ, Muzaffer ÖZDAĞ ve Dündar TAŞER’in de aralarında olduğu 14 MBK üyesi, evvela gözaltına alındılar, ardından yurtdışı görevleri verilerek birkaç yıl ülkeden uzaklaştırıldılar. (İhtilal evlatlarını yemeye başlamıştı).
‘’Askeri yönetim iş başına geldikten sonra, yeni bir anayasa hazırlanması için çalışmalara başlamış öncelikle bir profesörler kurulu atamış daha sonra Kurucu Meclis oluşturularak bu meclis bünyesindeki Anayasa Komitesi tarafından nihai hali verilmişti (Zürcher, 2004). 27 Mayıs darbesine ilişkin oldukça kabul gören bir yorum bu darbenin „ilerici? bir darbe olduğudur. Ayrıca, 27 Mayıs darbesi „direnme hakkı?na dayandırılmış ve bir „hürriyet mücadelesi? ve „hukuk devleti ihtilali? olarak görülmüştür (Esen, 1971). Amacı ne olursa olsun, iktidarın seçimle değil, kuvvet yoluyla el değiştirmesi anti-demokratik ve hukuka aykırı bir uygulamadır. O halde, 27 Mayıs Hükümet Darbesinin, tüm diğer hükümet darbeleri gibi, anti-demokratik ve hukuka aykırı bir hareket olduğu söyleyebiliriz. 1961 Anayasası sonrasında Türkiye?de demokratik ortam hiç gelişemediği kadar gelişme göstermeye başlamıştı. Bu geniş hürriyet ortamı içinde siyasi teşkilatlanmalar serbestçe yapılmakta, temsili demokrasinin gelmiş olması ile toplumun her kesimi mecliste temsil edilebilir hale gelmekteydi.’’
1961’in Ekim ayı seçimlerinde beklenenin aksine CHP hüsrana uğradı. DP’nin yerine kurulan Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) ile Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP), Millet Meclisi ve Senato’da çoğunluğu sağladılar.
TBMM açıldığında yeni bir cunta hareketi olan “Silahlı Kuvvetler Birliği”nin baskısıyla Cemal GÜRSEL cumhurbaşkanı, İsmet İNÖNÜ başbakan seçildi.
Aksi halde cuntacılar, TBMM’yi feshedecekleri tehdidinde bulunmuşlardı. Aynı tehdit Adalet Partisi listesinden İstanbul senatörü seçilen Ord. Prof. Ali Fuat BAŞGİL’in cumhurbaşkanlığı adaylığını engellemek için de kullanıldı. Ali Fuat BAŞGİL, ertesi günü hem adaylıktan çekildi, hem de TBMM’den istifa ederek ilk trenle İsviçre’ye gitti. Bu gelişmelere rağmen cunta çalışmaları hız kesmeden devam etti.
22 Şubat 1962 tarihinde Harp Okulu Komutanı Talat AYDEMİR’in darbe teşebbüsü, ihtilalcilerle kısmî uzlaşma sağlanarak önlendi. Fakat çok geçmeden Talat AYDEMİR, yeni darbe teşebbüsünü 21 Mayıs 1963’te gerçekleştirdi. Hükümet kuvvetleri tarafından darbe bastırıldı. Darbecilerden Talat AYDEMİR, Fethi GÜRCAN ve Erol DİNÇER yargılanarak idam edildi.
KIBRIS KRİZİ
İsmet İNÖNÜ’nün başkanlığında kurulan CHP, AP ve YTP koalisyonu esnasında yaşanan en önemli dış politika krizi, Kıbrıs Krizi’dir. 23 Aralık 1963 günü Lefkoşe’den Ankara’ya son yapılan çağrıda; “Her taraftan sarıldık. Son mermilerimizi atıyoruz. Bundan sonra bizi ancak Anavatan kurtarır. Kurtulamazsak vatan sağ olsun …”
Direnişin liderlerinin beklediği cevap gecikmez: “Milletçe sizinleyiz. Jetlerimiz yolda. Direnin!” bu acil çağrı üzerine Türkiye, Rum Milli Muhafızları ve EOKA çetelerinin Kıbrıs Türkleri’ne yönelen katliamlara karşı Londra-Zürih Antlaşmaları’ndan doğan Garantörlük hakkını kullanarak müdahale etti. 7-8 Ağustos 1964 günleri Türk Hava Kuvvetlerine bağlı jetler Kıbrıs Rum mevzilerini bombalar. Türkiye’nin ne bir çıkarma gemisi ne de başka bir imkânı vardır. Bu olaydan hemen sonra ABD Başkanı Jonson’un İsmet İNÖNÜ’ye meşhur mektubu gönderilir.
Mektup’ta özetle; “NATO’dan aldığınız silahlarla bir başka ülkeyi bombalayamazsınız” denilmektedir. Başbakan İsmet İNÖNÜ’nün oldukça sert cevabı gecikmez: “Dünya yeniden kurulur. Türkiye de yerini alır”.
Bu musibet Türkiye’de milli harp sanayi fikrinin tohumlarının atılmasının başlangıcıdır. Halkın da desteğiyle Deniz Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı, Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı vb. vakıflar kurularak milletin desteğine müracaat edilir.
Bu arada Başvekil İsmet İnönü, Sanayii Bakanı Muammer ERTEN’i, Sovyetler Birliği’ne bir dizi sınai tesislerin inşasının yapılması anlaşmaları için gönderir.
İskenderun Demir-Çelik Tesisleri, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, PETKİM, Aliağa Rafinerisi, Paşabahçe Cam Fabrikası, Bandırma Asit Borik Fabrikası gibi 10 sanayii tesisine Sovyetler Birliği yarım milyar doları aşkın kaynak sağlamaya söz vermekle kalmamış, teknisyenlerine kadar her şeyi göndermeyi de üstlenmişti.
İNÖNÜ, 1964 Haziranı’nda Kıbrıs meselesi ile ilgili görüşmeler yapmak ve bir kısım teminatlar almak üzere ABD’ye gider. Fakat, başbakan olarak gittiği Amerika’dan Türkiye’deki koalisyon ortakları hükümetten çekildiği için sade bir milletvekili olarak dönmüştür. Ankara’daki iki iktidar ortağı; YTP ile CKMP –en azından bu işi birkaç gün erteleseler olmazmış gibi- İNÖNÜ’nün Başkan JONSON ile görüşmesine birkaç saat kala, Hükümet’ten çekildiklerini kamuoyuna açıklamışlardı.
İNÖNÜ, kendince şartlar ileri sürmeyi tasarladığı ABD Başkanı’nın önüne “düşük başbakan” olarak çıkma durumundaydı. O an İsmet İNÖNÜ’nün başına dünyaların yıkıldığı andır. İNÖNÜ’nün başbakanlığının sonunu da getiren Sovyetler Birliği ile yapılan anlaşmaları hayata geçirmek Adalet Partisi iktidarlarına nasip olacak, Sovyetlerle işbirliği anlaşmalarındaki ısrarı Demirel’in de birinci sonunu hazırlayan sebeplerden biri olacaktır. ABD müttefiklerinin kendi yörüngesinden birazcık olsun uzaklaşmasına, farklı iklimlerde nefes almasına asla izin vermemektedir.
KURTARICININ(!) ZULMÜ - ÖNCESİ ve SONRASIYLA 12 EYLÜL 1980 (2. Bölüm)
27 Mayıs 1960 askeri darbesini sebep ve sonuçları itibariyle daha iyi anlayabilmek için biraz gerilerden başlayacağız.
Müdahale sabahı İzmir’deki evinden alınıp Millî Birlik Komitesi (MBK) Başkanlığı’na oturtulan Cemal GÜRSEL, ilk basın toplantısında, devrilen Demokrat Parti iktidarını suçlarken siyasi tarihimizde hüzünle hatırlanacak iddialar ortaya atıyor; üstelik bunları, doğruluğundan emin olarak anlatıyordu.
Müdahaleyi gerçekleştiren ve MBK adıyla yasama ve yürütme erklerini üstlenen askerler, devirdikleri Demokrat Parti iktidarına karşı nasıl bir tavır alacaklarını tam olarak kararlaştırmamışlardı.
Başta Alparslan TÜRKEŞ olmak üzere, bir kısım MBK üyesi, hükümetin önde gelen isimlerini yurt dışına göndererek diğerleriyle ilgili kanunî işlem başlatmayarak toplumun huzurunu sağlamak eğilimindeydiler.
Ancak, İstanbul’dan gelen üniversite hocaları buna şiddetle itiraz ettiler. Görüştükleri Cemal MADANOĞLU, Demokrat Parti (DP) iktidarının Anayasa’yı ihlal ettiğini, dikta rejimi kurmak istediğini, bu suçlamalarla haklarında dava açılmaması durumunda müdahaleyi yapanların gayri meşru duruma düşeceklerini, hatta yargılanıp ceza alabileceklerini söyleyerek Demokrat Partililer hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 146 ve 149. maddeler esas alınarak dava açılmasının sağladılar.
27 Mayıs darbesinin hazırlıklarında ve müdahalesinde, silahlı kuvvetlerin üst kademesindeki komutanlar yer almadılar. Kara Kuvvetler Komutanı Cemal GÜRSEL, 1. Ordu Komutanı Fahri ÖZDİLEK, olaylar başladıktan sonra dahil oldular. Bir millî mücadele harbi gazisi olan Genelkurmay Başkanı Rüştü ERDELHUN dahil olmak üzere bazı komutanlar, darbe sabahı büyük hakaretlerle evlerinden alındılar tekmelendiler, Yassıada’da yargılandılar.
DP iktidardan uzaklaştırılmış, feshedilerek hukuken ortadan kaldırılmıştı fakat varlığı fiilen devam ediyordu. Anayasa referandumunda bütün baskı ve çabalara rağmen %40’a yakın oranda “Hayır” oyu çıkmıştı.
Daha öncede belirttiğimiz gibi 1961’in Ekim ayı seçimlerinde beklenenin aksine CHP hüsrana uğradı. DP’nin yerine kurulan Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) ile Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP), Millet Meclisi ve Senato’da çoğunluğu sağladılar.
TBMM açılınca ilk olarak Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacaktı. Silahlı Kuvvetler Birliği adıyla bir süredir faaliyet gösteren ordu içindeki cunta yeniden harekete geçti. İstanbul’da 1.Ordu Komutanı Cemal TURAL’ın başkanlığında toplandı. Bir dizi kararlar alındı. Bunlardan en önemlisi isteklerin yerine getirilmemesi durumunda, TBMM’nin açılmadan feshedilip yönetime el konulmasıydı. Bu teşebbüsten ancak Cemal GÜRSEL’in cumhurbaşkanı, İsmet İNÖNÜ’nün başbakan olması şartıyla vazgeçeceklerini bildirdiler.
MBK üyesi Tümgeneral Sıtkı ULAY, Ali Fuat BAŞGİL ile görüştü. BAŞGİL’e; “Hayatının garanti edilemeyeceğini, adaylıktan vazgeçmediği taktirde öldürülüp cesedinin Etlik sırtlarına atılabileceğini” tabancasını göstererek “tebliğ etti”.
Prof Dr. Ali Fuat BAŞGİL, ertesi günü hem adaylıktan çekildi, hem de TBMM’den istifa ederek ilk trenle İsviçre’ye gitti.
Silahların gölgesinde çalışmaya başlayan TBMM’de Silahlı Kuvvetler Birliği’nin istekleri doğrultusunda Cemal GÜRSEL, Cumhurbaşkanı; İsmet İNÖNÜ kurulan koalisyon hükümetinde Başbakan olunca, askeri müdahale bir süre engellenmiş oldu.
KEMALİST DEVRİM TEŞEBBÜSLERİNİN MİLLÎ DEMOKRATİK DEVRİME DÖNÜŞMESİ
Müdahale teşebbüsleri bu kalkışmalardan sonra hem hedefi hem de ideolojisi farklı yörüngelerde devam etti. Bu yıllarda fikir ve düşünce hayatımızda çok hareketli bir dönem başlamıştı. Solcu fikirler ve kuruluşlar, 1961 Anayasası’nın sunduğu hürriyet ortamından istifade ederek aydın kesimlerde tesirli olmaya başladılar.
1960’tan sonra “Soğuk Savaş” denilen, toplumları içinden çökertme ve ele geçirme çalışmaları gittikçe hızlandı. Bunun için yürütülen komünist propaganda KOMÜNTERN tarafından her ülke için ayrı ayrı tespit ediliyor ve o ülkenin Marksistlerine ayrı ayrı gönderiliyordu. Yani Türkiye’deki komünistlere, “ne yapacakları, hangi propaganda ve eylemleri uygulayacakları Komüntern tarafından açıkça yayın yoluyla bildiriliyordu.
10 Eylül 2017 tarihinde Habertürk gazetesinden Kübra Par’a mülakat veren Prof. Dr. Zafer Toprak bu görüşlerimizi teyiden şöyle söylemektedir.” Bundan 50 yıl önce, gündemde devrim vardı. Biz 68 nesliydik. Şerif Hoca da Siyasal Düşünce dersine gelirdi. Bizim okuduklarımız o yıllarda büyük ölçüde Marksizan bir literatürdü. Politzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri’ni, Nitikin’in Ekonomi Politik’ini, bir de üzerlerine Lenin’in Kapitalizmin En Son Evresi Emperyalizm kitabını hatmettiniz mi, zihninizde çözemeyeceğiniz sorun kalmazdı. Üçüncü Dünya’cı bir anlayış hâkimdi ders programlarında... Türkiye’nin az gelişmişliği ana sorunsaldı. İktisadi Düşünce dersinde Türkçe’ye yeni çevrilmiş olan Kapital’i okurduk.”
“Özellikle o yıllarda Türkiye’de Marks entelektüel çevrelerde egemen bir konum elde etmişti.”
O sırada dünyadaki sol hareketlerin yükseliş eğiliminde olması işlerini kolaylaştırıyordu. Türkiye İşçi Partisi, yoğun bir propaganda kampanyasından sonra 15 milletvekili çıkararak Meclis’e girdi. Bu sıralarda Doğan AVCIOĞLU yönetiminde yayınlanmaya başlayan Yön Dergisi çevresinde toplanan bir kısım üniversite öğrencisi ve aydınlar mevcut düzeni “Cici demokrasi” diye tanımlıyor ve şiddetle eleştiriyordu.
İllegal Türkiye Komünist Partisi ve onun paralelindeki Türkiye İşçi Partisi’nin aksine Yön Dergisi etrafındaki solcu çevreler “Milli Demokratik Devrim” stratejisini benimsiyor, nihai hedeflerine yani sosyalist düzene “aşamalı” olarak geçmeyi düşünüyorlardı.
Bir başka darbeci grup, eski MBK üyesi ve 27 Mayıs’ın faal isimlerinden Cemal MADANOĞLU’nun başkanlığında oluşturulan ve yönetime el koymayı amaçlayan sivil ve askerlerin yer aldığı illegal yapılanma, bir başkası ise, üniversitelerde Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) çatısı altında bir araya gelen solcu gençlerin 1970’li yılara girilirken Devrimci Gençlik Birliği (DEV-GENÇ) adıyla örgütlenmeleridir.
1970 yılı başlarında Sosyalist hareket, özelikle üniversitelerde geliştirdiği Marksist güç ile ordu içindeki darbeci grupların işbirliği ile Hükümet’i ele geçirme düzeyine geldi. O yıllarda Devleti yönetenler, “sağ”a da “sol”a da karşıydılar. Rahmetli Dündar TAŞER’in benzetmesiyle; “Hasta ile hastalık arasında bitaraf” idiler.
12 Mart Hareketi, bitarafları bertaraf etti. Marksist çeteleri ezerek ve askerleri uzun bir süre içinde disiplin altına alarak duruma hakim olabildi. Ne var ki, Marksist hareket kök salmıştı: Yeniden yayılması zor olmadı.
Bir gençlik hareketi olarak ortaya çıkan teşebbüs, batı Avrupa ülkelerinde patlayan öğrenci gösterilerinde etkilediği ideolojik rüzgârı da arkasına aldı. Üniversitelerde çok elverişli zemin buldu. Emniyet güçleri, olayların boyutu ne olursa olsun yasa gereği Rektörler çağırmayınca üniversitelerin içine giremiyorlardı. Başta ODTÜ olmak üzere Rektörler önlem almak yerine, izleyici olmayı tercih ediyorlar, gelişmeleri sempatik buluyorlardı.
Başbakan Demirel ve AP iktidarı ise, ülkenin nereye sürüklenmekte olduğunu farkedemiyor, olayların arka planının doğuracağı sonuçları göremiyordu. Solcu gençler, bu ortamdan sonuna kadar yararlandılar. Okullarında ve çevrelerinde kontrolü ele alma, karşı düşüncedekileri sindirme, yıldırma ve taraf toplama amacıyla “devrimci şiddet”i yöntem olarak seçtiler.
Hızla silahlanmaya başladılar. ODTÜ’nün alt koridorlarını atış alanı yaptılar. El Fetih örgütü ile ilişki kurarak, ekipler oluşturarak Bekaa Vadisi’ne gidip eğitim aldılar; burada çatışmalara katıldılar. Üniversitelerde boykotlar, işgaller giderek yoğunlaştı.
Doğrudan anayasal düzeni hedef alan Marksist, Leninist, Maoist ideolojilerden esinlenen bu eylemlerde yer almak istemeyen, bütün elverişsiz şartları rağmen direnmeye çalışan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğrencisi Ruhi KILIÇKIRAN 5 Ocak 1968 tarihinde Ankara’da Atatürk Site Öğrenci Yurdunda, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğrencisi Süleyman ÖZMEN 21 Mart 1970 tarihinde Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nda aşırı sol gruplar tarafından kuşatılan ve içeride mahsur kalan ülkücü arkadaşlarına yemek götürürken , Ankara Erkek Yüksek Teknik Öğretmen Okulu öğrencisi Dursun ÖNKUZU ciğerlerine pomayla hava basılarak ve binanın dördüncü katından atılarak, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi Yusuf İmamoğlu fakülte köridorlarında hunharca katledildiler.
8 Haziran 1972 tarihinde Bursa’nın Emir sultan kabristanında Yusuf İmamoğlu’nun kabri başında yapılan anma toplantısında kendisi Bulgaristan Türklerinden göçmen olan, babası Rüstem İmamoğlu’nun:”Yusuf’um seni kızıl bayraklar altında büyümeyesin diye anavatana göçüp geldim. Ama ne yazık ki kızıllar seni al bayrağın gölgesinde katlettiler.”diye haykırdığını hatırlıyorum.
Sol örgütler, “Halklara özgürlük” ve “Ezilen Kürt halkının hakları verilmeli” gibi sloganlarla blok halinde kitle tabanı bulmak, militan kadrolar oluşturmak maksadıyla Kürtçülüğü kışkırttılar.
Bunlar Türkiye İşçi Partisi’ni “revizyonist”; Avcıoğlu-Madanoğlu grubunu ise “pasif” buluyorlar, güney Amerikalı gerilla gruplarının tarzına özenerek kırsal alanda Deniz GEZMİŞ, Sinan CEMGİL ve arkadaşları; şehirlerden Mahir ÇAYAN, Ertuğrul KÜRKÇÜ, Ulaş BARDAKÇI ve THKP-C örgütü, halk hareketiyle sol-sosyalist bir yönetim kurmayı hayal ediyorlardı.
Dursun ÖNKUZU’nun cenaze merasimine ULUS’TAKİ tarihi Türk ocağı binasında bulunan ülkücü milliyetçi gençlerin büyük bir kalabalık halinde katılması üzerine dönemin başbakanı Süleyman Demirel ve İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu’nun talimatıyla TÜRK Ocağı genel merkezi polis tarafından basılmış içerideki üniversiteli gençler emniyet nezaretine götürülerek günlerce eziyet edilmiştir.
Bununla yetinilmemiş binanın kullanma hakkı verilen Türk Ocakları Genel Merkezi binadan çıkarılmış kapısına kilit vurulmuş daha sonra Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde eşi Eemel Korutürk’ün marifetiyle devlet bütçesinden tek kuruş harcanmaksızın-Türk Ocaklılar ve hayırsever insanların maddi desteğiyle inşa edilen ve inşaatında Ankara’nın köylülerinin Türk Ocağı binası diye çalıştıları bu tarihi bina ikinci defa Türk Ocaklıların ellerinden alınmıştır.
Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY’IN TARİHİ SÖZLERİ:
“Türk milletinin üniversitelerdeki evlatlarının bir kısmı bu terörist grupların eline düşmüş, büyük çoğunluğu ise hakaret, dayak ve silahla susturularak okuma hakkından bile mahrum bırakılmıştı. Ellerinden tutacak ve yol gösterecek kimseleri bulunmayan gençler tıpkı müstevli bir kuvvetin ağır baskısı altında gitgide özümlenmeye başlayan kimliğini kaybetme tehlikesiyle karşılaşan azınlıklara benziyordu.”
1968-1971 Türkiye’sinin en kısa tasviri budur. Bu yıllarda MHP’nin genel başkanı Alparslan TÜRKEŞ’in Türk gençliğine yeni ve büyük hedefler işaret etmesiyle milliyetçi gençler özellikle üniversite ve yüksekokullarda ve Anadolu sathında teşkilatlanmaya başladılar.
Bu çalışmaların ruh mimarı Dündar Taşerdi. O zaman Taşer bu gençlere sanki de bir ruh üfledi. Yapılacak ilk işin gençliği toplamak olduğunu düşündü. Kendisi bir siyasi partinin üst düzey yöneticisiydi. Ama parti içerisinde böyle bir toparlanmayı yanlış buldu. Esasen kendisini bir partici değil bir Türk milliyetçisi olarak görüyordu.”Bu yüzden gençlik çalışmalarını partiden ayırdı. Milliyetçi gençler kendi derneklerini kurmalı” yayılmalı ve fikri donanımlarını geliştirmeliydiler.
Ülkü Ocakları fikri böyle doğdu. Liseli gençliğe hitap eden GENÇ ÜLKÜCÜLER TEŞKİLATI ve üniversite gençliğine hitap eden bütün fakülte ve yüksekokullarda teşkilatlanan ÜLKÜ OCAKLARI böyle doğdu. Ve Türk milliyetçiliği tarihinde ilk defa Dündar Taşer’in gayretleriyle ve çalışmaları sonucudur ki, bütün milliyetçi gençler tek bir bütün haline gelmiş dağılmaktan ve ezilmekten kurtulmuşlardır.
Bu arada yine Dündar TAŞER’in öncülüğünde İbrahim Metin, İskender Öksüz, Sadi Somuncuoğlu ve arkadaşları tarafından Ankara’da Kültür Bilim Teknik Merkezi(KÜBİTEM) adıyla bir dernek kurulmuştu. Derneğin ilk başkanı üniversite ve aydın muhitlerde çok geniş bir çevresi ve itibarı olan ilim adamı Prof. Dr. Tarık SOMER’di. Bu sayede KÜBİTEM üniversite hocaları arasında geniş bir alaka gördü ve hızla teşkilatlandı. KÜBİTEM devleti tehdit eden fikir hareketleri ve örgütlerle alakalı olarak sürekli raporlar hazırlayıp başta Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay olmak üzere devletin bütün kademelerine gönderiyor ve Türkiye’nin temel meseleleriyle ilgili tedbir ve tavsiyelerini de aynı şekilde paylaşıyordu.
Dündar Taşer’in aracılığıyla ve KÜBİTEM’in gayretleriyle üniversitelerdeki ülkücü gençlerde Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY’la defalarca görüşüp raporlar sunmuşlardı. Bir keresinde köşke çıktıklarında dönemin içişleri bakanı Haldun Menteşeoğlu’yla karşılaşmışlar ve onu aşırı sol örgütlerin azgın saldırıları karşısında tedbir almamak ve pasif kalmakla suçlamışlardı.
Bu görüşmeler neticesinde durumun vehametini kavrayan Cevdet Sunay siyasi saiklerle sola şemsiye olmaya çalışan CHP’nin genel başkanı İsmet İnönü’yü bu konuları görüşmek üzere köşke davet eder.
İsmet Paşa’ya bu Marksist maoist grupların terör faaliyetlerinden bahseder. Bunun üzerine İsmet Paşa ama ülkücü gençlerde var diyerek ülkücüleri suçlayıcı ifadeler kullanması üzerine Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay Paşa “ÜLKÜCÜLER MİLLİYETÇİ, VATANSEVER GENÇLERDİR.” demiştir.
Ülkücüler Cumhurbaşkanının bu tarihi sözünü karşılıksız bırakmamış 12 Marttan sonra kapatılan Ülkü Ocakları’nın yerine genel merkezi Çankırı’da kurulan genel başkanlığını Şevket Barutçu beyin yaptığı Türk Ülkücüler Teşkilatının Nisan 1973 tarihinde yapılan-bizim de Bursa Şube Başkanı ve Delegesi olarak katıldığımız- kurultayında Türkiye genelinden katılan 300 delegenin oybirliğiyle Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a Türk Ülkücüler Teşkilatı fahri genel başkanlığı payesi verilmiştir.
Yine Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay Malazgirt Zafer’inin 900. Yıldönümünde Malazgirt’teki törenlere bizzat katılarak yüksek bir milli tarih şuuruna sahip olduğunu göstermiştir.
12 MART: DARBEYE KARŞI DARBE
Türkiye 1971'e çok gergin bir ortamda girdi. Dev-Genç militanları, Anadolu’ya yayılarak köylüler ve işçileri kışkırtıyor, DİSK’in düzenlediği grevler, 15-16 Haziran olaylarında olduğu gibi normal yörüngesinden çıkıyor doğrudan anayasal düzene yönelik tehdit haline geliyordu. Bu arada, Madanoğlu-Avcıoğlu, İlhan SELÇUK ekibi de Silahlı Kuvvetler içindeki yandaşlarıyla birlikte yönetime el koymak için hazırlıklarını sürdürüyorlardı. Bu grup, “Baas” tipi sosyalist ve totaliter bir yönetim planlıyor, “devrimci” bir iktidar oluşturmak için şiddet kullanmayı doğal sayıyordu.
İktidarın derin aymazlığına mukabil devletin iç kademelerinde bu gelişmeler yakından izleyenler vardı. Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY, Genelkurmay Başkanı Memduh TAĞMAÇ, MİT Müsteşarı Fuat DOĞU, kendilerine destek veren Birinci Ordu Komutanı Faik TÜRÜN gibi komutanlarla birlikte tarihi bir görev yaptılar. Onların dikkati ve uyanıklığı sayesinde, bir Sovyet uydusu haline gelmesine ramak kala, Türkiye adeta direkten döndü.
12 Mart 1971 öğle haberlerinde televizyon ve radyodan okunan Silahlı kuvvetler bildirisinde, Demirel hükümeti istifaya mecbur bırakılıyor, TBMM açık tutuluyor ancak, yönetim, Ordu'nun belirlediği Nihat ERİM başkanlığındaki hükümet ile kontrol altına alınıyordu.
Asıl operasyon üç gün önce, 9 Mart’ta yapılmış, sivil ve askerlerden oluşan “Baasçı-Sol” grubun yapmaya hazırlandığı darbenin Silahlı Kuvvetler içindeki ayağı tesirsiz hale getirilmişti. 12 Mart Muhtırası ile bir bakıma Ordu içindeki gerilim yatıştırılıyor, tansiyon düşürülüyordu.
12 Mart’ın 27 Mayıs müdahelesinden farkı parlamentonun kapatılmamış olmasıdır ancak komuta heyeti, hükümeti ve meclisi muhtıradaki şartlar yerine getirilmediği takdirde TBMM’yi kapatacaklarını söyleyerek tehdit etmişlerdir. Böylece adı ara rejim olan 12 Mart dönemi başlamış oldu.
UMUTLARIN VE MESELELERİN YÜKSELDİĞİ “SICAK YAZ’’
Silahlı Kuvvetler güdümündeki bu “yarı askeri rejim”, 1973 seçimlerine kadar devam etti. 1973 yazına girerken Türkiye’de uzun bir dar geçit arkada bırakılıyordu.
Gelişimin yine hızlandığı, umutları büyümüş insanların yeniden şehirleri ve kırları kapladığı; dinamik, gürbüz, sesi duyulan bir Türkiye ortamı yaratmak, modern toplumcu güçlerin ana özlemi ve hedefidir.
Modern düzenlerde orta’nın solu’nda yer alan sivil güçlerin yanı sıra, orta’nın sağ’ındaki siyasal partilerinde ağırlıklarını sivilleşme doğrultusunda koymaları sosyal ve tarihi gerçeklerin bir sonucudur. Yüzlerce yıllık tecrübeleri sayesinde Türkiye modernleşme, büyüme, ilerleme ve özgürleşmeye dönük refleksler kazanmıştır. Kaldı ki hiçbir toplum sınırsız bir süre boyunca olağanüstü şartlarda yaşamaya mahkum kılınamaz. Mahkum ediliyorsa, o topluma ait sosyo-ekonomik kuruluş, olağan şartlarda varlığını koruyamayacak kadar hastalıklı demektir. Türkiye’de kapitalist ekonomik kesimin de, önemli iç ve dış dar boğazları bulunmasına rağmen, 1973 ortalarında ulaştığı genişleme şartlarında olağanüstü yöntemlere bağlanmaktan çıktığı görülüyordu. Yaşanan tecrübenin vardığı sonuç, burjuvaziye geniş halk kesimlerinden aradığı desteği bulabilmesi için ne ölçüde liberal ve demokratik olabileceğini ortaya koymak üzere açık çağrılar çıkarmaktaydı.
Olağana dönüş, bu anlamda temel hak ve hürriyetleri yeniden tamir etmek ve sosyal muhalefetin düşünce, inanç ve özlemlerini demokratik yollardan açıklayabilmesi için gerekli ortamı açmakla eş anlama geliyordu.
Düzeni bekleyen görev, bunalım dönemleri biterken topluma ve ekonomiye dinamizm katan yeni bir normalleşme safhasına hazır olmaktır. Tarih onlara sürekli biçimde bu çağrıyı getirir.
Cumhurbaşkanı KORUTÜRK yine şöyle konuşur:
“Eski devirlerde ve yeni zamanda bütün dünyada görülen odur ki insan haklarına saygılı olmayan kaynak ve kuvveti hak ve adalet ilkelerine dayanmayan bir devlet idaresi payidar olmamıştır ve olmayacaktır.
. İnönü'yü devirerek genel başkan seçilen Bülent ECEVİT’in liderliğindeki CHP seçimlerde en yüksek oyu alarak birinci parti oldu. CHP ile Necmettin ERBAKAN başkanlığında Millî Selamet Partisi (MSP), koalisyon hükümeti kurdular.
Yeni hükümetin yaptığı ilk işlerden biri Af Kanunu çıkarmak oldu. Bir kısım MSP’li milletvekilleri, solcuların ve komünistlerin Af Kanunu kapsamına alınmasına direndiler. Muhalefetle birlikte oy kullanarak bunların af dışında tutulmasını sağladılar. Ancak CHP, Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı. Mahkeme, Meclis’in kararının “eşitlik ilkesi”ne aykırı olduğuna hükmederek affı genelleştirdi. Böylece cezaevlerinde bulunan çeşitli sol fraksiyonlardan yüzlerce militan salıverildi. Bu durum, Türkiye'nin siyasi ve sosyal yapısını derinden etkiledi. Sokakların kan gölüne döndüğü, can güvenliğinin ve huzurun ortadan kalktığı kaotik bir dönemin kapıları açılmış oldu.
KURTARICININ(!) ZULMÜ - ÖNCESİ ve SONRASIYLA 12 EYLÜL 1980
(3. Bölüm)
Türkiye 1973 genel seçimlerinden sonra yeni umutlara yelken açarken tarih, sürprizlerini de daha o günden hazır tutuyordu. 1973 Temmuz’unun Kıbrıs’ında bir yıl sonrasını, mesela 1974 Temmuz’unda neler olup bitebileceğini doğru biçimde değerlendirmek tümüyle imkansızlaşıyordu.
Bu tarih önünde de körleşme sakıncasıdır.
Geniş bir ihtimaller süreci ve o süreci en ön yargısız bilinç ve sezgi boyutlarıyla algılayabilme gücü, tarihi sağlıklı biçimde kavrayabilmenin özünü oluşturur.
Türkiye insanlarının, önlerine çıkan bir sürü iç meseleyle boğuşmaktan bir türlü kurtulamayışı ve bazen bir meseleyi tam çözümleyebildiği umuduna kapılırken, bir başka meseleler yumağının altına sürüklenmesi- belki de- bir rastlantı değildir.
Dünyayı yöneten akıl, ne yaptığını bilir.
Onun, her zaman için başka tasarıları, başka planları fazlasıyla vardır. Oysa Türkiye’nin insanları da umutlarını yitirmek şöyle dursun, sürekli yükseltmekteydiler. Geniş halk kesimleri, gelecek adına daha demokratik olanı istemekten bir an geri kalmıyorlardı.
Gelişme sancıları çeken bir toplumda, hayat, usta bir mimarin önceden titizlikle çizdiği yapı gibi yükselmiyordu. Milli ve milletlerarası seviyelerde sayısız yönlendirme aracının acımasızca işletilebildiği, karmaşık etki ve tepki süreçlerinin birbirlerini izlediği bir ortamda, kitleler ne siyasi baskılara, ne de kendilerini ezip geçen hayatın zorluklarına katlanmak niyetindeydiler.
1974 yazında beklenmeyen bir gelişme Kıbrıs’ta EOKAcı Sampson darbesi ve arkasından Kıbrıs Türklüğü’ne yönelen saldırılar üzerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti Londra ve Zürih antlaşmalarından doğan haklarını kullanarak 21 Temmuz 1974’de milletdaşlarını kurtarmk üzere Kıbrıs’a asker çıkarınca… tüm dünya; “ne oluyor? ‘’ diyerek adeta ayağa kalktı. Türklerin askeri güç kullanarak sınırları değitirmesine müsaade edemezlerdi. Yoksa Türkler maazallah tarihte olduğu gibi yine fetihlere başlayabilirlerdi.
Kara, sarı ve kızıl emperyalistler, aralarındaki bütün düşmanlıkları bir tarafa bırakarak, elbirliği ile Türkiye’ye karşı askeri ve iktisadi ambargo kararı aldılar… Kıbrıs Harekatı öncesinde kasasında 7,5 milyar doları bulunan Türkiye, “Yetmiş cente muhtaç’’ hale düştü. Petrol stokları tükendiği halde petrol ve istihsal için ham veya yarı mamul maddeleri ithal edemez oldu. Fabrikalar ve traktörler çalışmadığı için, üretim yapılamadı…
Ancak Türkiye yine de Kıbrıs’tan çekilmedi. Uluslararası güçler bu defa Türkiye’ye düşman yerli ve yabancı bütün örgütlere lojistik destek verdi. Bir taraftan ASALA’yı diğer taraftan DEV-SOL ve DEV-YOL gibi komünist veyahut DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) gibi bölücü akımları güçlendirdi. Anarşi ve terörü azdırdı, Türk halkını hayatından bezdirdi. Türkiye yine de Kıbrıs’tan çekilmedi
Bu arada CIA Yunanistan’da seçimleri Pasok’un kazanacağını, Pasok hükümetinin de seçim sonrasında Yunanistan’ın daha önce NATO’nun askeri kanadından ayrılmış olmasından da istifade ederek VARŞOVA Paktı’na katılacağı istihbaratını aldı…
ABD yönetiminin etekleri tutuştu… daha önce Fransa’da NATO’nun askeri kanadından çekilmişti… böyle bir şey olursa NATO parçalanırdı. Üstelik ilk defa bir NATO üyesi üyelikten çekilip Varşova Paktı’na katılacaktı. ABD buna razı olamazdı. Bu yetmiyormuş gibi bir de Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etti. Dünyanın damına yerleşen Rusların oradan Hint Okyanusu’na ulaşması tehlikesi belirmişti… Humeyni, şahı devirip İran’da iktidarı ele geçirdi. İslam Cumhuriyeti’ni kurdu… böylece “Yeşil Kuşak projesi’’ de çökmüş oldu.
ABD dış politikası tam bir iflas durumuna gelmişti. ABD buna rıza gösteremezdi. Yunanistan’da Pasok iktidarı ele almadan, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü konusunda mevcut Yunan hükümeti buna ikna edildi. Yunanistan genel seçimler öncesinde askeri kanada geri dönecekti… ama bunun için tüm NATO üyelerinin de ikna edilmesi gerekiyordu.
Çünkü her üyenin veto hakkı vardı. Herkes razı olduğu halde Türkiye buna rıza göstermedi. Türkiye haklı olarak, önce Yunanistan ile arasındaki ihtilaflı konularının; yani Kıbrıs, Fır hattı, Ege adalarının silahsızlandırılması, kıta sahanlığı ve kara suları meselelerinin halledilmesi şartını ileri sürdü.aksi durumda veto hakkını kullanacağını açıkladı. Yunanistan ise buna razı olmadı. ABD tam bir çıkmaz içinde kalmıştı “yukarısı bıyık aşağısı sakal ‘’ durumu.
CIA’yı devreye soktu. 1 Mayıs katliamını yaptırdı. Türk hükümeti teslim olmadı. 2. Milliyetçi Cephe hükümetini devirtti. Malatya, Maraş ve Sivas katliamlarını yaptırdı. Türkiye direnmeye devam etti, Abdi İpekçi’yi öldürttü.. CHP- Bağımsızlar koalisyonunu düşürttü… Çorum katliamını yaptırdı. MSP ve MHP’nin dışarıdan desteklediği AP hükümeti yine de geri adım atmadı.
Sivillerden ümidi kesen ABD, bu kez askerlere yöneldi.
Çok aramasına lüzum kalmadı, o zamanki TSK’nın en üst kademesinde bulunan yeteneksiz ve fakat muhteris beş general ne yazık ki, “üç günlük iktidar uğruna’’ ABD’nin isteklerine razı geldiler. ABD’nin ve CIA’nın teşvik ve tahrik ettiği ve desteklediği ve hatta zaman zaman bizzat gerçekleştirdiği anarşi ve terör eylemlerini bahane ederek, 12 Eylül 1980 günü yönetime el koydular.
ABD genelkurmay başkanı General Rogers 12 Eylül’den hemen sonra Türkiye’ye geldi, Türkiye vetosunu kaldırdı ve Yunanistan NATO’nun askeri kanadına, 16 Eylül 1980 günü döndü. Ama ABD sözünde durmamıştı…
“ABD erdi muradına, beşli cunta çıktı kerevetine’’
Gerisi hep hikaye, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin başlıca sebeplerinden birisi Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü temin etmek, diğeri Türkiye’den Kıbrıs Barış Harekatı’nın intikamını almak ve bize göre en önemlisi de Türkiye sathında gün geçtikçe güçlenerek ülkenin geleceğinde önemli rol oynayacağı anlaşılan ülkücü-milliyetçi hareketi engelleyip, ezip yok etmekti.
1974’te CHP-MSP koalisyonunun Anayasa Mahkemesi’nin de desteği ile 12 Mart sonrası derdest edilen ve muhtelif hapis cezalarına çarptırılan aşırı sol ve darbeci grupların cezaevlerinden salıverilmesine tekrar dönersek; dışarı çıkan devrimci militanlar, yakalandıkları dönemden çok daha hırslı ve bağnaz hale gelmişler, cezaevlerindeki hayatlarını, ideolojik eğitimlerini tamamlamak için bir fırsat olarak kullanmışlardı.
Çıkar çıkmaz, bıraktıkları yerden işe koydular. Doğrudan komünist bir düzen kurmayı hesaplayan örgütler kurdular.
İlk adım, önceden olduğu gibi üniversiteleri işgal etmek ve kendilerinden olmayan yahut itaat etmeyenleri içeri almamak oldu.
Hareket giderek mahalle ve sokaklara yayıldı. Bu eylemler, üniversiteleri Marksistlere teslim etmek istemeyen ve okumak isteyen öğrencilerin direnciyle karşılaştı. Bu gençler, kendilerini niçin güvenlik kuvvetlerinin yerine koydular?
O zamanlar sağa da sola da karşı olanları en çok tekrarladıkları propaganda bu idi: “Devletin ve ordunun her kademesini sarmıştı. Halbuki o günlerin rayları, ta 27 Mayıs sonrasında döşenmişti: üniversite özerkti, çağrılmadan güvenlik kuvvetleri giremezdi; üniversitede yöneticilerin katkıları veya boyun eğmesi sonucu işgal altında olduğu için güvenlik kuvvetleri çağrılmazdı. Yani güvenlik kuvvetleri kapıdan içeri giremiyor ki, öğrencileri de soksun! Bu durumda tercih fazla değildir, ya boyun eğeceksin veya dövüşeceksin!
Yüzbinlerce gencin arasında dövüşmeyi seçenlere “Ülkücüler” denildi ve sözünü ettiğimiz yıllarda yaşadılar ve öldüler. Sanmayın ki Ülkücüler sadece okula girmek için kendilerini ateşe attılar, hayır. Sadece dini ve milli mukaddesleri ile alay edilmesi yahut aşağılanması da değil, onlar bu mücadelenin bu saldırıların ardındaki güçleri çok iyi görüyor ve sonucu kestiriyorlardı.
Devletin en üst kademelerindeki insanlar beynelminel komünizmin kesif propagandaları karşısında tepkisiz kalıp Marksist sloganları uyku gibi yutarken bu gençlerin algılama gücü doğuştan mı geliyordu? Bir bakıma evet; Anadolu’dan ve kirlenmemiş idraklerle geliyorlardı.
Onları karşınıza alıp da, “bizim asıl meselemiz mücerret sosyalizm veya Marksizm değildir. Bu ideoloji bugün, tarihi Rus emperyalizminin yeni bir silahı olmuştur. Türk dünyasının hemen bütününü bu silahla pençesine düşüren Rusya şimdi de Türkiye üzerinde aynı oyunu oynamaktadır.
Biz ne Amerikan imparatorluğunun ne kapitalist emperyalizmin taraftarı değiliz. Türkiye’deki servet sahiplerinin de bekçisi değiliz. Ayrıca meşru yollardan kazanılan servet ve imkanlara da düşman da değiliz. Biz Türklüğün savunucularıyız. Onun ebediyen var olmasının mücadelesini veriyoruz. Yabancılaşmadan çağdaşlaşmış, milli iradeye saygılı lekesiz ve gölgesiz bir adalet nizamını, hukukun üstünlüğünü esas alan bir devlet anlayışı ile iktisaden geri kalmışlıktan kurtulmuş, sanayileşmiş, milletlerarasında itibarlı, kalkınmış yüz milyonluk milliyetçi büyük Türkiye’ nin inşa mücadelesini veriyoruz.” dediğinizde benzeri sözleri yüreklerinin ta derinlerinde duymak o gençler için hiç de zor olmuyordu.
Çünkü Anadolu’dan kıblesi doğru olarak geliyorlardı; hiçbir ilave bilgileri olmasa da, görüyor ve seçiyorlardı; bayrağına saygı duymayanları, peygamberini aşağılamaya kalkanları onlar kendiliğinden tanıyorlardı. Milli Eğitim’in kitaplarında yazıp da çocukların kişiliklerine kazandıramadıklarını, Ülkücüler bir hamlede kalp bilgisi haline getiriyorlardı ve onun için de, nice bilgin geçinenlerin göremediğini görüyor, silahlı birliklerin yıkıldığı yerde onlar ayakta kalabiliyorlardı.
Marksistler de aynı Anadolu çocuklarını, insanın doğuştan sahip olduğu o güzel adalet duygusundan yakalıyor, fakat kıblesini şaşırtıyorlardı; o kadar ki, kendi milletine, kendi devletine, kendi bayrağına karşı silahlı savaşa sokuyorlardı. Arkalarını beynelminel komünizmin geniş imkanlarına ve Marksist propagandalarının büyük birikimine yaslamış bu insanlara “cennetin” bu dünyada olmadığını anlatmak oldukça zordu.
O yıllarda herkesin dilinde olan Soğuk Savaş sözü ise iki süper devletin liderlerinin beyanatları ve silah yarışmaları çerçevesinde anlamlandırılıyordu. Halbuki Sovyetler için gerçek Soğuk Savaş, ideolojik sempatisini kazandırdığı ülkeleri içeriden yıkmak ve sonunda dost bir hükümetin davetiyle o ülkeyi işgal etmekti.
Sovyetlerin NATO bünyesindeki diğer ülkelerde gençlik hareketleri yahut sendikal faaliyetler seviyesinde kalan propaganda ve çabaları Türkiye’de son hedefine kadar zorlanıyordu.
O yıllarda Türk toplumu iktisadi yapısı ve gelir dağılımı itibariyle henüz oturmamış, siyasi istikrarını sürekli kılmakta zorlanan bir Orta Doğu toplumu idi; ordu da en az siviller kadar bu propagandalara açık ve yatkındı. 12 Mart 1971 hareketi (muhtırası) yakın tehlikeyi önlemişti. Gizil güç olarak var olan kuvveti geriletemedi; askerlerin içerisindeki güç ise hiçbir zaman bilinemedi. Marksist hareket silahlı eylemleri ile bu bastırışın intikamını aldı. Ayrıca propaganda faaliyetlerini o kadar artırdı ki, 12 Mart 1971 hareketini o günleri yaşayanlar nezdinde bile vatansever devrimci gençlere karşı yapılmış tek yanlı bir haksızlık olarak kabul ettirdiler.
O kadar başarılı oldular ki, günümüzün parti başkanları bile o günün vatan-bayrak tanımazlarını, haksız yere idam edilen gençlik liderleri olarak anmaya başladılar. O zaman onlara itaat edenler bugün de onlara katıldılar. Bütün bu olgular, anlayanlar ve mukaddesleri yüreğinde taşıyanlar için Ülkücülerin değerini yükseltmektedir. Sovyetler Birliği son denemesini Afganistan’da yaptı. Dost bir hükümet kuran Babrak Karmal hemen Rus birliklerini çağırdı. Rus ordusu mutadı vechile yürüdü;ancak bu sefer silahlı aşiret liderleri ile karşılaştı; bunlar zorlu bir güç oluşturmuştu ve Sovyetler de içinden çökmeye-çözülmeye başlamıştı. Sovyetler birliği Afganistan’da başarısızlığa uğradı.
1980’e gelirken Marksist hareketler öğretmenler ve emniyet güçleri arasında da örgütlenmişlerdi. Bir yandan da Ankara’da, Kızılay’da sokak ortasında polis vuruyorlardı. Marksistler 12 Mart dönemini çok aşan bir güce ulaşmışlardı. Ama önce Ülkücü direnci kırmaları gerekiyordu, bunu yapamadılar.
Toplumda tansiyonun giderek yükselmesi, huzursuzluğun sosyal bir mahiyet almasına, ideolojik kamplaşmaların inanç çatışmalarının ön plana çıkmasına yol açtı. Sol örgütlerin taban kazanmak amacıyla bazı kritik bölgelerde yürüttüğü çalışmalar özellikle Alevi vatandaşlarımızın yoğun yaşadığı yerlerde kitlesel çatışma ortamı hazırladı. Bu gerginlik başkentin varoşlarına da yansıdı. Gecekondu bölgelerinde ağırlıklı olarak çoğu kere hemşehrilik dayanışması esaslı mülkiyet rekabetlerinden ve hakimiyet hesaplarından kaynaklanan gerilimler, husumete dönüştü, kavgalar çıktı.
Bu ortam çok geçmeden silahlı çatışmalara yol açtı. Alevi vatandaşlar geleneksel olarak CHP sempatizanıydı. Bölgelerde faaliyet gösteren örgüt elemanları aracılığı ile duygusal bağlantılar daha organize hale getirildi. Bu durumda kendilerini yalnız ve desteksiz gören diğer inanç kesimlerindeki yurttaşlar ise komünizm ve bölücülükle mücadeleyi varlık sebebi sayan MHP'yi kendilerine yakın buldular. Kalabalık gruplar halinde bu Parti’ye yöneldiler.
Böylece MHP imkânların her açıdan çok sınırlı olması sebebiyle güçlü bir propaganda ve teşkilat çalışması yapamamasına rağmen seçimde tam anlamıyla oy patlaması yapmayı başardı. MHP’nin yükselişi ileriki yıllarda da devam etti.
CHP iktidarının uygulamalarına karşı 1978’in 18 Nisan'ında Ankara Tandoğan'da düzenlenen “zam, zülüm ve işkenceyi tel’in mitingi”ne 500.000'e yakın insanın katılması, topluluğun coşku ve heyecanı, siyasi görünümün ötesinde, sosyolojik bir olaydır.
Türkiye’ ye bu dönemde, Doğu Avrupa ülkelerinden gemiler dolusu silah, mermi ve patlayıcı getirilerek dağıtıldı.
Üniversiteler, bazı liseler, fabrikalar ve devlet tesisleri, silahlı militanlar tarafından işgal edildi. İzmir'de TARİŞ tesislerine asker ve polis günlerce giremedi.
Her kademedeki MHP yöneticileri, milliyetçi kuruluş mensupları, bu fikri benimseyen her meslekten aydınlar, bürokratlar, mahalli yöneticiler, siyasetçiler, sendikacılar, öğretmenler ve özellikle ülkücü gençler hedef konumundaydılar.
Devletin güvenlik güçleri, “sokaklar yürümekle aşınmaz” yahut “boykot da bir işgal de”, beyanatlarıyla vakit geçirenlerin bulacağı çözümlerle oyalanacağına, hadiselerin başında üniversiteye girip eğitim imkanını sağlayabilseydiler, ateş yayılmadan sönebilecekti.
Gazete sayfalarında artık hemen her gün katledilen isimlere ait resimler yer alıyor, oluk gibi kan akıyordu. 12 Eylül'den sonra yakalanan ve başlıca katliam örgütlerinden biri olan Dev-Yol istihbarat sorumlusu eski Hava Kuvvetleri Komutanı’nın oğlu Tayfun MATER, emniyetteki sorgusu sırasında, kanlı stratejilerini şöyle izah ediyordu: “Amacımız son aşamada çatışmaya girerek silahlı üstünlük sağlamaktı. Ancak bundan evvel hem derlenip toparlanmak hem de tecrübe kazanarak zemin hazırlamak amacıyla MHP’lilerle, ülkücülerle çatışmaya girmeyi planladık. Fakat, ne yaptıysak MHP’yi üstümüze çekmeyi başaramadık”.
Gün SAZAK’ı öldürenlerden Dev-Sol militanı Sadık ÖZCAN’ın 2 nolu askeri mahkeme ifadesinde, saldırı gerekçeleri şeyler anlatılıyordu:
“Dev-Sol’un stratejisinde ilk aşama, MHP ve ülkücü kuruluşları etkisiz hale getirmektir. MHP, mevcut düzenin koruyucusu durumundadır. Mevcut düzenin yıkılmazlığını kendi ellerindeki bölgelerde halka empoze etmektedirler. Genelde MHP’li güçler, bizim önümüzdeki devrimi gerçekleştirmek için büyük engel teşkil etmektedir.
CHP ve sosyal demokratların nazarında ise, esas sorumlular, milliyetçiler ve ülkücülerdi. Her olayda kullanmaya alıştıkları sol diyalektik ve determinist yöntemlere göre, MHP olmazsa, ona tepki olarak oluşan sol hareketler kendiliğinden sona erer, varlık sebepleri ortadan kalkardı.
Milliyetçiliği anarşi ve terörün ideolojik zemini, MHP'yi ise bu fikirlerin çatısı olarak sayıyorlardı. Bunun sonucu olarak 1970 ila 1980 arasında, komünist militanların kurşunlarına hedef olarak can veren milliyetçi düşünceyi benimseyen 5000'e yakın insan fikirleri sebebiyle bunların nazarında daima yok sayılmıştır.
Devrimcilerin sloganlarına bakarak sırf Amerikan emperyalizmini protesto etmek için, özgürlük için eylem yaptıklarını söyleyenler varsa, onlar pankartlara takılmış aptal zihinlerdir. Niçin? Çünkü devrimci gençler ne istediklerini, ne yapacaklarını, imzalı bildirileri, broşürleri ve sair yayınlarıyla ortaya koyuyor, ayrıca fraksiyonlar arasındaki kavgayı da bu şekilde açıkça yapıyorlardı.
Peki bu sade tabloyu devleti yönetenler anlayamadı mı? Onlar da bölük bölüktür; kimisi anladı ama tavır almak işine gelmedi; kimisi devrimcileri arkalayarak onların sırtından iktidar umdu. Ordu mensuplarının tutumlarını açık cümlelerle şerhetmek ise ümit kırıcıdır.
Eski dışişleri bakanlarından Profesör Hasan Saka’nın Türkiye’nin dış politikası ve Rusya ile ilişkilerini çok veciz bir şekilde özetlediği “Bizim siyasetimizi tarih ve coğrafyamız tayin etmiştir.” sözünü ordu komutanları hiç duymamışlar mıydı? Son 300 yılımızın tarihini hiç okumamışlar mıydı; nerelerden nereye ve kimin zoruyla geldiğimizi, göç hikayelerini hiç dinlememişler miydi? Anadolu’da tütmeyen her bacanın altındaki evde yüzyıllardır Ruslara karşı savaşırken şehit olanların acıklı hikayelerini hiç dinlememişler miydi? Strateji diye bir ders, kurs yahut bir konferansları olmadı mı? Olduysa orada boğazlardan başka ne konuşulmuştur.
Ordudaki kavrayış sakatlığından söz ettik. Ama darbe yapacağım diye gençliği ve devlet kurumlarını ikiye ayırıp kavgaya tutuşturmak, ordunun ne düşünebileceği ne de başarabileceği bir şeydir. Tartışacağımız husus yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız Soğuk Savaş gelişmelerinin ordu tarafından ne ölçüde bir darbe hazırlığı için kullanıldığıdır. Darbe lideri Kenan Evren’in de bir konuşmasında açıkça ifade ettiği gibi, zamanın olgunlaşmasını, yani biraz daha kan akmasını ve bölünmelerin keskinleşmesini bekledikleri kesindir.
Bu kan akışına yer yer müdahale ettiklerini de kabul edebiliriz; toplu katliamlar gibi… Ancak bunlar hadisenin ülke çapındaki boyutları düşünüldüğünde ve Sovyet propagandası ve uygulamaları dikkate alındığında, oluşumun temel yapısını değiştirmez ve çok da fazla anlam ifade etmez. Engelleyebileceği halde bir kişinin yahut yüz kişinin kanının dökülmesini engellemeyen bir gücün manevi ve insani sorumluluğu ayrı bir konudur.
Hangi ihanet merkezinin talimatıyla olduğu bizim meçhulümüz olsa da bir kısım POL-DER li polislerin ve bazı subayların Ülkücülere yönelen süikastlerde rol aldıkları açık bir gerçektir (12 Eylül sonrası Ülkücülere uygulanan insanlık dışı işkenceler hariç).
Bu iddiamızın en çarpıcı örneklerinden birisi; 30 Haziran 1979 akşamı MHP Genel Merkezi’ne yapılan ve Alper Demirci ile Ömer Yüce isimli Ülkücülerin şehadetlerine ve 12 Ülkücü’nün yaralanmasına yol açan silahlı-bombalı saldırının faillerinin THKP-C acilciler grubuna mensup POL-DER’li polislerin olmasıdır.
Şu noktaları dikkate alarak değerlendirmek gerekir. 90’lı yılların başında Sovyetler Birliği dağılmıştır; yani farklı anlayışlarda olsalar da tüm Marksistlerin Kabe’si çökmüştür. Soğuk Savaş’ın döktüğü bütün kan, yıktığı bütün toplumsal yapılar anlamsız kalmıştır. O genç insanlar hayatlarını ortaya koyarak askerlerle, ülkücü gençlerle niçin çatışmışlardır, niçin kardeş kanı dökmüşlerdir?
Geriye bakıldığında bu eylemlerin hiçbir anlamı kalmamaktadır; çünkü ileriye dönük hiçbir vaatleri, umutları kalmamıştır. O günleri yaşayanların bu ürkütücü boşluğu doldurmak ihtiyaçları hiç olmazsa sorumluluklarının bir kısmından kurtulma çabaları doğaldı.
O zaman “Bizi kullandılar, birbirimize kırdırdılar.” sözü ortaya çıktı ve devletin bazı kurumlarını işaret ettiler. Doğru onları kullanmışlardı; ama hala kullanan güce işaret edemiyor, ülkücülerin de bir ortaklığı olsun istiyorlardı; bu onların yükünü hafifletecekti. Ayrıca ideolojik arınma hiç de kolay olmayan bir süreçtir.
Biz ülkücülere gelince, evet çok acı çektik, Türk milleti adına bedeli bizler ödedik; ama önümüzde açılan ufku görüyoruz. Birleşmiş Milletler binasının önünde yıllarca boynu bükük ve yalnız dalgalan Türk bayrağının şimdi altı kardeş ülke bayrağı ile yedi Türk ülke bayrağı olarak birlikte dalgalanması hafife alınmamalıdır. Bu günlere kolay gelinmemiştir. Bugün biz yorgun olabiliriz, ama gelecek nesillere bu yolu bizler açtık. Hangi nesil çektiği acıların mükafatını bu kadar parlak almıştır?
Bizi kim kullanmış, nasıl kullanmış?
Bizi kimse kullanmadı! Bizim Türkiye’yi ve dünyayı değiştirmek gibi büyük iddialarımız vardı. Şimdi “düşman kavi, talih zebun” olsa da bu iddialarımızdan vazgeçmiş değiliz. 1970’li yıllarda Ülkücü gençlik olarak “yüz milyonluk milliyetçi büyük Türkiye” gibi bir gayenin peşindeydik. Komünistler ise Türkiye’yi Sovyetler Birliği’nin bir uydusu haline getirmek istiyorlardı. Birinci hedefleri çok değişik yollarla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ele geçirmekti. Ülkücülerin varlığını engel gördüler, var güçleri ile Ülkücülere saldırdılar.
Biz de cevap verdik. Vurduk vurulduk. Son bağımsız Türk devletinin yabancı ideoloji uşaklarının eline geçmesine mani olduk. Devletimizin namusunu, milletimizin mukaddeslerini müdafaa ettik. Meydanı ezanı susturmak, bayrağı indirmek isteyenlere bırakmadık. Şimdi bu noktada sözde Ülkücü birileri “Biz kullanıldık” diyorsa bu tarihe saygısızlıktır, Türk milliyetçilerinin haklı ve şanlı mücadelesine gölge düşürmektir, şehitlerimizin hatıralarına saygısızlıktır.
Peki israrla şu soruyu soruyorlar: Anladık, 12 Eylül’den sonra devlet aşırı solu devlet düşmanı olduğu için ezdi. Sizler Ülkücüler, vatanın bütünlüğünden, milletin birliğinden, devletin bekasından yanaydınız, devlet sizi neden ezdi?
Bizce bu sualin cevabı şudur:
Eğer biz birilerinin iddia ettiği gibi sadece “Komünizmle Mücadele Derneği” konumunda kalsaydık bize hiçbir şey olmazdı. Bizim varlığımızdan sadece Sovyetler Birliği taraftarları değil; batıcılar, kapitalist emperyalistlerin yerli işbirlikçileri ve ABD muhipleri de rahatsızdı. Çünkü Anadolu’dan büyük şehirlere yüksek öğrenim için gelen on binlerce genç insan Türkiye’yi ve dünyayı sorgulamaya başlamış, milli ülküler etrafında toplanarak Türkiye’nin önce bölgesinde sonra dünyada daha güçlü bir ülke olması amacını her ne pahasına olursa olsun bir hayat gayesi haline getirmişlerdi. Ve ısrarla sadece komünist emperyalizme değil; kapitalist emperyalizm’e de karşı olduklarını yüksek sesle söylemeye başlamışlardı.
Bunun için de yabancılaşmadan çağdaşlaşmak doğrultusunda Türk tarihinin derinliklerinden bu tarafa elde edilen büyük başarıların ışığında yaşanmış mağlubiyetlerden de dersler çıkararak Türk milletinin derin şuur altındaki “büyük devlet olma” özlemini kuvveden fiile çıkarmanın mücadelesi veriyorlardı.
1980’lere gelindiğinde Ülkücülerin desteklediği Milliyetçi Hareket Partisi geniş kitlelerin teveccühüne mazhar olmuş, toplumun her kesiminde ve Türkiye’nin her köşesinde büyük alakalar görmeye başlamıştı.
Eğer parlamenter demokratik sistem 12 Eylül 1980 darbesi ile ortadan kaldırılmayıp 1981 yılında yapılacak olan genel seçimlere gidilebilmiş olsaydı Milliyetçi Hareket Partisi TBMM’nde en kötü ihtimalle ikinci parti konumuna gelecekti. Böylece TBMM’de oluşacak yeni tabloda çok büyük ihtimalle MHP'nin güçlü bir koalisyon ortağı olması, Adalet Partisi ile hükümeti kurması söz konusuydu.
İşte dış güçler bunu hazmedemiyordu. MHP'nin seçmen tabanının hızla yaygınlaşması içeride ve dışarıda bazı çevreleri ciddi şekilde tedirgin ediyor, seçimleri takiben kurulacak hükümet içinde etkili konuma gelmesinden endişe duyuyordu. 12 Eylül müdahalesinin MHP'nin iktidar yürüyüşüne öldürücü bir darbe vurduğu, yerli ve milli bir hareketi 12 Eylül zulmü ile kaynağında boğmak istedikleri inkar edilmez bir hakikattir.
Evet, Ülkücüler 12 Eylül’de büyük acılar çektiler. Evleri yıkıldı, ocakları söndü. Yedi ülkücü genç idam edildi. Binlercesi ağır işkenceler gördü, insanlık dışı muamelelere tabi tutuldular. Yandılar, kavruldular. Ama boyun eğmediler.
Merhum şair Abdurrahim Karakoç’un dediği gibi
“Ben milletimin uğruna adamışım kendimi
Bir doğrunun imanı bin eğriyi düzeltir
Zulüm Azrail olsa ben Hakkı tutacağım
Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir.”
İnancı ile idam sehpalarına bile yiğitçe yürüdüler.
Bizi, Ülkücüleri tarih kullandı ve sokaktaki ülkücünün bile bir gün ulaşacağına inandığı “Türk Kızılelması” kullandı. Bundan da şikayetimiz yoktur. Eğer yeniden hayata gelecek olsak aynı mücadeleye kaldığımız yerden devam ederiz.
Kimse kendi hatalarına Ülkücüleri ortak etmesin.
Aradan yıllar geçip komünizmin kalesi yıkılıp devir değişmiş olsa bile bu karşıtlık bu tepki ve husumetler aynı düzeyde sürdürülmektedir. Basın ve televizyonlarda seri halinde o yıllara ait dizilerde, filmlerde, programlarda binlerce ülkücü şehitten bir isme bile yer verilmez. Sanki onlar hiç yaşamamışlardır.
Silahlı Kuvvetler’in 12 Eylül'de yönetime el koyduğuna ilişkin bildiri saat 00:04'te radyo ve televizyonlardan kamuoyuna açıklanmadan, saat 02:30'da MHP Genel Merkezi’ne baskın yapılarak özel bir operasyonun başlatılması bu ihtimali doğrulamaktadır.
Aslında aylar öncesinde, 1979'un sonlarına gelindiğinde askeri müdahalenin işaretleri netleşmeye başlamıştı. Genelkurmay Başkanı Kenan EVREN ile Kuvvet Komutanlığı, 17 Aralık 1979’da Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK ile uzun bir görüşme yaptılar ve bir mektup sundular.
Bu mektup ciddi bir uyarıydı. Ancak siyasetçilerin başka hesapları vardı. Darbenin ayak seslerine kimse kulak vermiyordu.
Nisan ayında Fahri KORUTÜRK’ün görev süresi tamamlanması sonucu, Cumhurbaşkanlığı makamı boşaldı. TBMM’nde üst üste yapılan turlarda yeterli çoğunluk bir türlü sağlamıyordu. Seçimin kilitlenmiş olması ve çözüme ilişkin bir emarenin görünmemesi, siyasi krizi derinleştiriyor, ülkeyi belirsiz bir geleceğe sürüklüyor, anarşiyi tırmandırıyor, her gün ortalama 15-20 kişi kurşunlanarak can veriyordu.
Bu konuda bir hususun altını çizmek gerekiyor. 12 Eylül'e giden yolun taşlarını döşeyen, ihtilal ortamını hazırlayan merkezler varsa bile bu durum dönemin siyasetçilerinin özellikle Demirel ve Ecevit’in sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Olayın seyrini göremeyen ideolojik bağnazlıkla siyasi hesaplardan kendini kurtaramayan, diyaloğa kapılarını peşinen kapatan, husumeti marifet sayan basiretsiz siyaset anlayışı darbenin asli failidir.
1977 seçimlerinden sonra, TBMM’nde başkanlık seçimi çıkmaza girmişken CHP'li Cahit KARAKAŞ’ın seçilmesi nasıl mümkün olabildi? Olayların endişe verici bir boyuta dönüştüğü sırada, 1978'de rahmetli Gün SAZAK'ın Ankara Belediye Başkanı CHP'li Vedat DALOKAY ile kurduğu temas Ecevit tarafından kesilmedi mi?
Milliyetçi hareketin önemli taraftar desteğine sahip olduğu, siyasetin ana damarlarından birini oluşturduğunu görerek normal siyasi ilişki kurmaya yönelmek yerine, “MHP ve Ülkü Ocakları kapatılsın, Türkeş yargılansın” çığlıklarıyla ülkeyi kan gölüne çeviren sol örgütlerin dümen suyuna girmenin mantıki bir izah yapılabilir mi?
27 Mayıs 1980’de MHP Genel Başkan Yardımcısı, Gümrük ve Tekel eski Bakanı milliyetçi camianın çok sevdiği Gün SAZAK, evinin önünde Dev-Sol militanları tarafından şehit edildi. 17 Haziran'da, Genelkurmay Başkanı EVREN, Kuvvet Komutanları ve Genelkurmay İkinci Başkanı Necdet ÖZTORUN'u toplantıya çağırdı ve kod adı “Bayrak Harekatı” olan bu darbenin 15 Temmuz'da yapılması kararlaştırıldı.
Ancak 2 Temmuz'da DEMİREL hükümeti güvenoyu alınca, plan ertelendi. 28-31 Ağustos'ta, 3 Eylül’den itibaren her an hazır olunması bildirilen “Bayrak Harekâtı” özel kuryelerle komutanlara teslim edildi. 12 Eylül, saat 00:04'te, radyo ve televizyondan okunan bildiriyle Silahlı Kuvvetler’in hiyerarşik düzen içerisinde yani “emir-komuta zinciri” içerisinde yönetime el koyduğu, ülke genelinde sıkıyönetim ilan edildiği, siyasi faaliyetlerin yasaklandığı açıklanıyordu.
KURTARICININ(!) ZULMÜ - ÖNCESİ ve SONRASIYLA 12 EYLÜL 1980 (4. Bölüm)
12 EYLÜL'ÜN KARANLIK YÜZÜ
12 Eylül sürecinde, toplam 650.000 kişi gözaltına alındı. 98.000 kişi örgüt üyesi suçlamasıyla yargılandı. 1983'e kadar bu davalarda 17 kişi için idam cezası verildi ve infaz edildi.
Bunlardan 10’u sol, 7’si ülkücüydü. Konsey’in bu konuda özenle izlediği denge politikası aslında 12 Eylül müdahalesinin ideolojik yapısını ve olaylara bakış tarzını yansıtır.
Bu dönemin Genelkurmay istihbarat raporlarında ve Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’nde belirtilen tehlikeli cereyanlar arasında Ülkücülük de vardır.
Darbeden bir ay sonra idam edilen Mustafa PEHLİVANLIOĞLU ailesine yazdığı son mektubunda şöyle diyordu:
“Şunu hiçbir zaman unutmasınlar ki, Mustafalar ölür, Allah(cc) davası ölmez. Milliyetçilik yaşar, kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer, her zaman Allah'a inananlarındır”.
Ortam, savaş esirleri tarzında düzenlenmişti. Mamak Cezaevi’ne tıkılan ülkücü ve solcu tutuklular, çok feci şartlar altında yıllarca burada kaldılar. Büyük çoğunluğu erlerden oluşan görevliler, cezaevi Komutanı Albay Raci TETİK'den aldıkları özel talimatla tutuklulara nefes aldırmıyorlar ve en ama acımasız metotlarla ezmeye çalışıyorlardı. Birçoğu okuma yazma bilmeyen erlerin uyguladıkları en hafif ceza, sudan bahanelerle yağmur gibi coplamaktı.
Birçok tutuklu, keyfi gerekçelerle 2 metrekare zindanlara tıkılıp ıslak zeminde farelerle içiçe yaşamaya zorlandı. Tabii olarak sağlıklarını kaybedenler, ciğerlerinden hastalananlar, psikolojik dengeleri bozulanlar, ölenler oldu.
Bu zülüm ve işkence ortamı uzun yıllar devam etti. Hüseyin KURUMAHMUTOĞLU namaz kılarken takkesini çıkarmadı diye acımasızca tekmelendi ve hayatını kaybetti.
İnsanlık ve vicdanla bağdaşmayan bu muameleler, Raci TETİK’in psikopat de sadist eğilimlerinden şahsi tercihinden ziyade ihtilal yönetiminin bilinçli ve yaygın uygulamasıydı. Böylelikle insandan ziyade “sürü muamelesi” yapılan tutuklular hem ruhi hem de fiziki bakımdan ezilmek, sindirilmek, beyinleri boşaltılmak isteniyordu. Başka bir ifadeyle, bilinçli bir “Mankurtlaşma operasyonu” yürütülüyordu.
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasıyla ilgili ilk duruşma başlarken, fevkalade bir hadise yaşandı. 1 no’lu sanık konumundaki Alparslan TÜRKEŞ salona girerken bütün sanıklar bir anda ayağa kalktılar ve İstiklal Marşı’nı gür bir sesle okumaya başladılar. Hakimler ve savcılar dahil, herkes ayaktaydı.
507 sanığın, gözyaşı ve hıçkırıklar arasında yükselen sesleri, aylardır çektikleri çilelerin eziyetlerin kefareti olarak duruşma salonunu doldurdu. Gencecik insanların hüzün ve acı dolu yüreklerinden kopup gelen ve bütün insanlığa ve Türk Milleti’ne toplu bir çağrı anlamı taşıyan bu coşku dolu gösteri, bütün canlılara yaşama sevinci, diriliş muştusunu dağıtan bir ilk bahar yağmuru gibi serinleticiydi.
Kapatılan MHP'nin Genel Başkanı TÜRKEŞ, 14 Ekim 1981'de yapılan duruşmada suçlamalara karşı savunmasına şu cümlelerle başlıyordu:
“Bu iddianame, baştan aşağı yalan ve iftiradan ibarettir. Benim bütün hayatım, demeçlerim, icraatım bu iddiaları baştan aşağı reddedişten ibarettir. Sayın hakimler, Cumhuriyet tarihimizin en önemli davasına bakıyorsunuz. Siz bizi yargılıyorsunuz. Tarih ise, biz olduğu gibi sizi de iddia makamını işgal eden bu zevatı da yargılayacak ve hüküm verecektir.
"...Ruhi Kılıçkıran'dan Gün Sazak'a kadar şehit evlat ve kardeşlerimin ruhaniyetlerinin şu anda bizimle beraber olduklarını biliyorum. Onlar da beni dinliyorlar. Onların tekzib etmeyecekleri şekilde konuşmaya, yalnız hak bildiğimi söylemeye mecburum. Çünkü onlar, o üçbinaltıyüz can, bu hak bildiğimiz yolda "Vatan-millet-din ve devlet" uğrunda şehit oldular. Onlar hem şehitlerimiz, hem de şahitlerimizdir.
Yarın huzur-i ilahide de bana şahitlik edecek olanlar, onlardır... Onların huzurunda, onlar için konuşacağım!
Huzur-i ilahiye yüz akıyla çıkmaktan başka bir endişeye gönlümde yer yoktur. Hiçbir beşeri kudret önünde eğilmem. Kimsenin merhamet ve insafına şahsen ihtiyacım yoktur. Sözüm, tenkidim, talebim yalnız mülkün temeli olan adalet namınadır, yalnız milletim ve devletim içindir..."
MHP ve ülkücü kuruluşlar arasında 220 kişinin idamı, 367 kişi için de muhtelif ağır cezalar istenmektedir. Türk tarihinde hiçbir savcı bu kadar idam cezası talebinde bulunmamış, bu kadar mesnetsiz suçlamalarla bu derece sorumsuz iddianame tanzim etmemiştir.
İkinci Dünya Harbi’nin savaş suçları bile galiplerin mahkemelerinde yargılanırken, haklarında bu kadar ağır cezalar talep edilmemişti” diyordu.
Söz konusu iddianamede, anlaşılmaz bir pervasızlıkla kaynak belirtmeye bile gerek görülmeden bir Marksis’tin eserinden satır satır alıntılar yapılmıştır. Böylelikle hukuki bir metin olma mecburiyeti bir tarafa bırakılarak ideolojik bir suçlamaya dönüşen iddianame MHP yöneticileri tarafından şiddetle eleştirildi.
İdam talebi ile açılan davanın iddianamesinin ideolojik bir balondan ibaret olduğu Nevzat KÖSOĞLU'nun ifadesiyle, “Mahkemenin bir hayalle uğraşmaya çalıştığı ilk duruşmadan itibaren net bir şekilde görüldü”.
Nevzat KÖSOĞLU’nun 10 Mart 1987 tarihinde yaptığı savunmasında söyledikleriyle tarihi bir tespit olarak zabıtalara geçmiştir.
“Bu süreç bizi adalete ulaştırabilir mi? Hiç zannetmiyorum. Vereceğimiz hangi karar bir propaganda savaşı ile başlayan ve en az on yıl devam edeceği belli olan sanık sıfatının izlerini beraat edecek insanların kafalarından ve ruhlarından silebilecektir. Bu davada adaletine inanmadığım bir makamdan ne isteyebilirim? Ancak unutulmamalıdır ki, bütün bunlar geçicidir. İhtilalin beni yargıladığı gibi bir gün Mahkemenizi de millet yargılayacaktır. Tıpkı Yassıada Mahkemeleri’nde olduğu gibi. Çünkü, demokratik hayat yaşanan ülkemizde, her askeri harekette, millet bir kere daha aşağılanmaktadır, horlanmaktadır.”
Kabul etmek gerekir ki, 12 Eylül darbesini yapanlar Milliyetçi Hareket ile ilgili planlarını büyük ölçüde gerçekleştirdiler.
Çoğu gençliğinin baharında yüzlerce ülkücüyü aylarca, yıllarca hapis ettiler. İçeride bulunanlara insanlıkla vicdanla bağdaşmayan işkenceler uyguladılar, eziyet ettiler, sağlığıyla oynadılar. Birçoğunun psikolojisini bozdular, ruh dengelerin altüst ettiler.
Yıllarca sonra çoğuna ceza bile vermeye gerek görmeden çıkmalarına izin verdiklerinde hapse girmeden önce ümitleri beklentileri geleceğe dair hayalleri bulunan canlı ve atak bu ülkücü gençlerin, aileleriyle birlikte yarınları karartılmış, hayalleri yıkılmıştır.
Günümüzde milliyetçi nesiller arasında yaşanmakta olan kopukluğun yer yer göze çarpan hafıza boşluğunun, temel değerlere ilişkin karmaşanın sorumlusu 12 Eylülcülerdir.
Darbeciler, Türkiye'nin geleceği açısından milli şuur sahibi herkesi kaygılandırıp düşündürmesi gereken bu acı tablonun vebalini daima omuzlarında taşıyacaklardır.
12 EYLÜL’ün YOK ETTİKLERİ
“Türk Silahlı Kuvvetleri?nin 12 Eylül 1980 günü emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askeri müdahale, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime karşı üçüncü açık müdahalesidir. Bu müdahale ile Süleyman Demirel„in Başbakan?ı olduğu hükümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1970 sonrasında değiştirilen 1960 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin ve ekonomisinin baskı altında yeniden yapılandırıldığı bir dönem başladı. 12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. Bu durum, siyasi partilerin sürekliliği konusunda tarihsel sorunlar yaşayan Türkiye?de siyasi temsilin demokratikleşmesi önünde yeni bir engel oluşturdu, siyasi gelenekler tamamen alt-üst edildi.
12 Eylül 1980 darbesi, özellikle 1970lerin ikinci yarısından itibaren yaşanan siyasi ve ekonomik sorunların hiçbirine çözüm bulamayan siyasi iktidarlara karşı düzenlenmiş olması nedeniyle halk tarafından belli bir destek gördü.
Hükümetlerin yönetememeleri, Meclisin etkin çalışamaması ve siyasi cinayetlerin yol açtığı kriz durumu, 12 Eylül öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel?in „70 sente muhtacız? sözü ile özetlenen işsizlik, kıtlık ve işyeri anlaşmazlıkları ile yoğunlaşmasının ardından gelen 12 Eylül darbesine karşı bir direniş olmadığı gibi, büyük çoğunluk, darbe liderlerini, ülkenin yeni liderleri olarak kısa sürede benimsedi.”
“12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, politik yapı tamamen değiştirilmiştir. Halk siyasetten uzaklaştırılmış ve devlet kurumları büyük ölçüde askerlerin denetimine geçmiştir. Sonuçları açısından 1960 Darbesi ilerici, 1971 ve 1980 darbeleri ise gerici (karşı devrim) olarak nitelendirilmesine karşın, ülke yönetimindeki bütün sorunların siviller tarafından çözülmesi gerektiği ve askerlerin ülkeye karşı yapılabilecek dış tehditleri engelleme görevinde olduğu unutulmamalıdır.
Askeri darbe sebebi ne olursa olsun demokrasiye indirilmiş bir keskin kılıç olarak düşünülmelidir. Askeri darbeler, mevcut sistemi zor kullanarak değiştirme yöntemi olduğuna göre bu yöntemin hiçbir zaman demokraside kabul edilemeyeceği unutulmamalıdır. Unutulmamalıdır ki gerçek bir demokraside en kötü çözüm bile darbeden daha iyidir.”
“En kötü demokrasi idaresini en iyi ihtilal idaresine tercih ederim.” diyen Alparslan Türkeş de bu gerçeği ifade etmektedir.”
12 Eylül ve benzeri olgular özünde Türkiye’yi küresel dünyaya entegre etme projeleridir.
12 Eylül solun ve sağın idealistlerini ezip yok ederken kullanılabilir olanlarını da öngörülen küresel sisteme payanda olacak şekilde yönlendirmişlerdir. Darbeciler idealistlik, değer odaklılık ve şahsiyetlilik kavramlarını şahıslarlarla birlikte ezmişlerdir.
12 Eylül sonrasında Ülkücüler büyük ölçüde içe kapanarak sürekli kendilerini sorgulayan bir illete yakalanmıştır. Sistem ve iktidar ilişkileri ile devleti birbirine karıştıranlar kendilerini sevdalısı tarafından ihanete uğramış olarak hissetmişlerdir.
İddiasız, idealsiz ve değersizlerin darbeciler tarafından makama, zenginliğe ve iktidara gark olmasına karşın idealistlerin amansız bir biçimde üzerine gidilmesi değerler kaosunun yaratılmasına sebep olmuştur.
12 Eylül öncesinde ülkeyi şu veya bu grubun içine girerek, radikal bir biçimde değiştirmeye kalkanlar ezilmek, örselenmek, sürülmek, hapsedilmek, ölmek, sakat kalmakla ve lanetlenmekle kalmamış; bürokraside stratejik noktalara gelmeleri de önlenmiştir.
Onlar artık sonsuza kadar birer sakıncalıdır. En zeki, en duyarlı, en idealist unsurlar böylece yönetimden soyutlanınca ülkenin yönetimi “çaycılara”, “nemelazımcılara”, “etliye ve sütlüye karışmayanlara” kalmıştır. Bu bakımdan ülke yönetimi kalbur altı kişilerin egemenliğine terk edilmiştir. Bugün karşılaşılan meselelerin büyük bir kısmı da bu oluşumdan kaynaklanmıştır.”
Darbeci anlayış sistemi felç etmiş ve bunu fırsat bilen ihanet
çeteleri için gün doğmuştur. İlkesiz, iddiasız ve idealsiz bırakılan gençlik sonunda kendi kimliğine karşı kurulan komplonun bir parçası haline gelmiştir. Gençlik arasında kendinden uzaklaştıkça kendini bulacağını sanan bir anlayış hızla yerleşmektedir.
Kendini bilmeden, kendisi olmadan başkası olmaya özendirilen bir gençlik yaratma gayretleri ayyuka çıkmış durumda. Gençliği milli, ahlaki, insani ve manevi değerlerden mümkün olduğunca uzak tutma gayretlerinin ardında küreselci güçlerin Türkiye ve Türklüğe karşı yabancılaştırdığı yerli etki ajanlarının rolü sanıldığından da fazla olmuştur.
Bütün bu süreç sonucunda milliyetsizliği kutsayan ve Türksüzlüğü teklif eden bir anlayışın yolu açılmıştır. Refleksleri kapitalizmin olağanüstü yöntemleriyle işlemez, vicdanları sömürü şehvetiyle çalışamaz hale getirilen bir halkın başına getirilen iktidarın kat ettiği mesafenin büyüklüğünü göstermektedir.
YAZI DİZİSİNİN TAMAMINDA FAYDALANILAN
KAYNAKLAR:
1. GEVGİLİLİ, Ali, Yükseliş ve Düşüş, Altın Kitaplar, 1982
2. KAPLAN, M. Metin, 12 Eylül, (makale) www.ulkucudunya.com
3. KÖSOĞLU, Nevzat, Türk Yurdu Dergisi,12 Eylül Özel Sayısı, Eylül 2010
4. KÖSOĞLU, Nevzat, Dündar Taşer, Ötüken Yayınevi, 2. Baskı
5. SÖZER, Ercan, Askeri Darbeler ve Toplumsal Etkileri: 1960, 1970 ve 1980 Darbeleri (makale)
6. Türk Yurdu Dergisi, 12 Eylül Özel Sayısı, Eylül 2010
7. YENİÇERİ, Özcan, Türk Yurdu Dergisi,12 Eylül Özel Sayısı, Eylül 2010
8. TOPRAK, Zafer, (mülakat) Gazete Habertürk 10 Eylül 2017 Pazar
https://www.ulkucudunya.com/index.php?page=yazar-yazi-detay&yazar=11&yazi=961
https://www.ulkucudunya.com/index.php?page=yazar-yazi-detay&yazar=11&yazi=962
https://www.ulkucudunya.com/index.php?page=yazar-yazi-detay&yazar=11&yazi=963
https://www.ulkucudunya.com/index.php?page=yazar-yazi-detay&yazar=11&yazi=964

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder